28.11.10

Seçmek Gerekse

Kafam pembeye gidiyor,
Diyorum pembe gerçek mutluluktur.
Pembe kalbini kıpraştırır.
Pembe gözünü kamaştırır.

Hayır diyorum sonra,
Kırmızı, evet koyu kırmızı.
Kan kırmızısı.
Kırmızı eğlendirir.
Bedenini ateşleyen,
Titreten kırmızı.

Pembe kırmızıya karışabilir mi?
Güzel bir görüntü olur mu?
İkisinin tadı ayrı mı?
Her birini ayrı mı yaşamalı?
Karar vermeli.
Pembe mi kırmızı mı?

15.11.10

Yalnız Adam

İnsanlardan çok uzak kalmıştı. Yalnızdı. Yıllardır belki de. Kelimenin anlamındaki "yalnız" değildi ama. Daha kötüydü. Kalabalığın içinde yalnızdı o. Sokakta binlerce insan akıp gidiyor. İşyerinde her tarafı insanlarla kaplı. Yalnızken "acaba ne derler" düşüncesinin gereksizliğine ve sahtekarlığına inanırken, kalabalık içindeyken birden, istemsiz bir şekilde bu düşünceye sarılıyor. Sonradan farkına varınca, kendini kişiliksiz ilan ediyor, daha da yalnızlaşıyor.

Yalnızdı ama hala insandı. Kibarlığı elden bırakmıyordu. "Günaydın, iyi akşamlar, merhaba, nasılsın"... Hala insandı evet. Yaşamasını sağlayan temel şeylerden biriydi bu. Gece eve dönüyordu. Sokakta kavga eden insanları görünce araya girdi onları ayırdı. Arada kalmış yumruğu yiyince, öfkesini kontrol etmeyi bildiği için, sadece sustu. Bu kavga edenlerin utanmasına sebep oldu ve dağıldılar. Bir anlık başarı duygusuna kapıldı ve göğsünü içine çekti; ama karanlık ve boş sokağın yarattığı hüzün bastı, göğüsü indi, kamburu çıktı. Her zamanki olumsuz, mutsuz haliyle yürümeye devam etti. Üstünde paltosu, ayağında sivri ayakkabısı. Bu karanlıkta duyduğu tek ses ayakkabısının topuğunun sesiydi. Biraz keyfe geldi, ritmi tutturmuştu. Tak, tak, tak, tak.

Eve vardı. Kütüphanenin olduğu odaya girdi. Oda küçüktü. Loş bir ışık vardı uzun lambadan çıkan, bu onun kitaplara konsantre olmasını sağlıyordu. Bir müzikçalar odanın öbür köşesinde. Hafif bir Bach koydu. Sesi kıstı. Siyah ve rahat koltuğuna oturdu. Viskiyi unuttuğu aklına geldi. Odanın diğer köşesindeki bardan yarım şişe viskiyi aldı. Bardağı kirliydi, boşver dedi. Doldurdu bir yarım. Şimdi rahatça oturabilirdi. Öyle de oldu. Bach'ın hangi eserini dinlediğini anımsamaya çalıştı. Hatırlayamadı. Onu da boşverdi. Kitap daha önemliydi onun için. Yalnızlığını dayandırdığı bir başka şeyse kitaplardı. Yaşamasını sağlayan bir başka şeyse kitaplardı. Kalınca bir tarihi kitap okuyordu. Dünya tarihi üzerine. Savaşlar, barışlar, sonra gene savaşlar, sonra çaktırmadan yapılan savaşlar, sonra gene savaşlar ve gene savaşlar. Ne çok savaşmışlar diye düşündü. İnsanoğlu kan seviyor, buna karar verdi. Çıkarları uğruna gözünü karartıyor ve zarar veriyor. Günlük ilişkilerde de, siyasi arenada da. Kitaptan başını kaldırınca kendisini gördü. Odanın tam karşısında bir ayna vardı. Dev bir boy aynası. Kendini yalnız hissetmesini önlüyordu bu. O ayna üzerinde bir kırık olsa, sanki kendisi de yaralanacaktı. Ayna kırılsa, yok olsa ölecekti o da. Yaşamasını sağlayan bir de aynalar vardı işte. Gün içinde kendisiyle konuşuyor, konuşmazsam ölürüm diyordu.

Aynadakini beğeniyor. Yapılı bir adam. Kirli sakalı var, saçı yok. Sakalları siyah,gümüş karışık. Dikdörtgen bir gözlüğü var, böyle büyüklerinden. Boynunda, gömleğinden içeri siyah bir fular var. Gömleği dik yakalı ve beyaz. Başarılı bir gömlek, kazağından bir iki parmak dışarı çıkıyor. Egosu tatmin oluyor. Kazağı da sıfır yaka ve gene siyah. Pantalonu kumaş, siyah. Kendisinde garip olan ise, geri kalan her özelliği gibi, çorabının pantolununa uyumsuzluğu. Giydiği gri çorap bütün entel havasını yok ediyor. Bazen, insanlar bu gri çoraptan dolayı bana yaklaşmıyor diye düşünüyor. Kendini avutuyor yalnızlığını sebeplere bağlayarak. Biliyor, gri çoraplarla alakası yok; ama o gene de bu avutmalardan dolayı memnun. Yaşamasını sağlayanlar listesinde bir de bu avuntular vardı. Aynada koltukta duran ellerine gözü takılıyor. Ellerini suratına yaklaştırıyor. Parfümünü hissediyor. Parfüm denemez, traş losyonu. Traş olmasa da sürüyor, olsa da. Kokusu ağır, kalıcı ve erkek gibi. Klasik dedikleri.

Her şeyiyle klasik olmaya çalışıyor. Klasik ne demek tam olarak bilmiyor ama. Giyimi klasik, dinlediği müzik klasik, kalın kitaplar okuyor. Hepsinin gösteriş olduğunu biliyor. Sadece bir kimliğe sığınmaya ihtiyacı var. İlgi çekmeye çalıştığı için farklı bir kimliğe bürünüyor. Klasik diyor buna da. Kafasında oluşturduğu aşağılık tipi yüceltmek için klasik kelimesine başvuruyor. Sessizlik ve sürekli düşünmek sanki klasiklikmiş gibi. Bunlarında farkında. İtiraf edemiyor sadece, çünkü itiraf ederse ölür. Ölmek istemiyor. İlginç bir ikilemi yaşıyor. Hem yaşamasını beceremiyor, belli şeylerle yaşama tutunuyor aynı zamanda ölmek istemiyor. Yaşarken, cehennemde olmak gibi. Bunu da itiraf edemiyor; ama bunun da farkında.

Düşüncelere daldığını ve aradan dakikalar geçtiğini anlıyor. Saatin rahatsız edici ama artık bilincine işlemiş tıkırtısını duyuyor. Tik tak, tik tak. Ezan sesi gibi, araba sesi gibi, ayak sesi gibi, insanlar gibi alışmış bu sese.
Kitabını okumaktan vazgeçiyor. Uykusu geliyor. Siyah koltuklu, siyah duvarlı odadan çıkıyor. Müziği açık bırakıyor; çünkü siyah bir Bach eseri çalıyor. Siyah olan her şeye ilgi duyuyor; çünkü yalnız, hüzünlü ve mutsuz. En azından kendini buna inandırmış; ama bunu da itiraf edemiyor. En çok bu gerçeği kabullenirse ölür çünkü. Odasına yöneliyor, koridor siyah duvarlarla kaplı, koridor yan yana iki kişiyi alabilecek kadar geniş. Sadece kendi soluğunu, ayak tıkırtısını ve Bach'ın eserini duyuyor. Bach'a teşekkür ediyor, beni yalnız bırakmadın sağol diyor. Anlamlandıramadığı bir gülümseyişle odasına dalıyor. Oda da her şey siyah, yatak dışında. Gece uykuda mutlu olmak istiyor, rüyalarda uçmak, dünyayı dolaşmak istiyor. Sürekli gülmek istiyor rüyalarda. Hep eğlenmek, mutlu olmak istiyor rüyasında. Öyle de oluyor. Yatağı bembeyaz çünkü. Çarşafı da, yorganı da...

Sonra düşüncelerden yavaşça kopuyor. Uykuyla uyanıklık arası anında, ah ulan diyor ve uykuya dalıyor. Mutlu olduğunu hissettiği rüyalar görüyor. Kalktığında ilk başta gülümsüyor, sonra gene surat asıyor. Gördüklerinin hepsi rüyaydı, gerçekten mutlu olmadı aslında. Gene de kısa süre mutlu olmak iyiydi diye düşünüp bir daha gülümsüyor. Gene siyah koridorlar. Siyah tuvalet, siyah lavabo, siyah duş. Duşa giriyor. Burada da mutlu ve rahatlamış hissediyor kendini; su renksiz çünkü. Bu ona sadeliği ve huzuru çağrıştırıyor. Duş alamasam ölürdüm diyor.

Ayılamadan sokağa atıyor kendini. Klasik görünümünde gene. Lacivert ceket, lacivert pantalon, beyaz gömlek, kahverengi ayakkabılar, beyaz çorap. Beyaz çorap! Avunacak bahanesi hazır. "Beyaz çorap". İnsanlarla ilişki kuramamasına rağmen kalabalıkta olmayı seviyor. Bin bir çeşit insanı gözlemleyerek meydandan geçiyor. Kliniğine varıyor. Nasıl bir psikologsun diye soruyor kendisine. Hayattan kopmuş psikolog olur mu diyor. "Terzi kendi söküğünü dikemez" bahanesine sığınıyor bu seferde. Sığınmazsa ölür çünkü. Hastaları dinliyor, insan dinlemeyi seviyor; ama tek başlarınayken. Böylece hem kendileri olabiliyorlar, hem de o rahat ediyor. Tedaviler sırasında dalıyor, o rahat koltukta ben yatsam beni iyileştirseler diye düşünüyor. Daldığını fark ediyor, özür dileyerek devam ediyor.

Gün bitiyor. Klinikten çıkıyor. Parası çok. Gidip lüks bir restoranda doyasıya yiyor. Yemekten fazla bahşiş bırakıyor. Nasıl olsa harcayabileceği bir kişi veya bir fikir yok. Altında arabası eve giderken, sahte arkadaşı arıyor:

-Merhaba Klasik. Naber?
-İyiyim Sahte, sen nasılsın?
-Ben de iyiyim. İçelim mi?
-Beş dakikaya sizdeyim.

Crossfire'ını dönemeçten döndürüyor ve boş yolda gaza basıyor. Sahte'nin evinin yolunu tutuyor. Sahte'nin evinde diğer Sahte'lerde var. Tipleri farklı ama isimleri aynı. Sahte'lere merhaba diyor. Oturup içmeye başlıyorlar. O viski içiyor, bu da klasik olmaya çalışmanın getirdiği bir sahtelik. Sahte'lerin ne içtiği mühim değil. Bir saat sonra mutlu suratlar belirmeye başlıyor. Kırmızı yanaklı, kayık gözlü, mutlu suratlar. Hepsi bir ağızdan konuşuyor. Adeta bağırır gibi gülüyorlar. Klasik de tüm kimliklerinden sıyrılmış. Alkolün etkisiyle özüne dönmenin keyfini yaşıyor. İlk kez ölüp, ölmemeyi düşünmüyor. Bu hale nasıl düştüğünü anlatıyor Sahte'lere:

-Ailem "başkası ne derci" bir aile. Beni de böyle yetiştirdiler. İçimdeki insanı öldürdüler. Geriye "başkası ne der" kalmıştı. Ben bunu yenemedim. Belki de yenmeye çalışmadım, ya da hüzün hoşuma gitmiştir, iyice sarılmışımdır. Ne fark eder ulan? Şu halime bak. Kurtulamıyorum. Denemedim mi? Denedim sayılır. Kurslara gittim ilişkiler üzerine. Barlara girdim, ortam yapmak için. Hiçbiri olmadı. Kitaplar okudum. Kişisel gelişim üzerine, iletişim üzerine. Son çarem onlardı. Denemeye kalktım öğrendiklerimi, yok beceremedim. Tamam dedim, artık benden hiçbir halt olmaz. Ondan sonra da dedim bir daha kurtuluş yok, dibe vurduk. O gün bugün bok gibiyim.

Sahte'ler yarı ayık, yarı sarhoş teselli etmeye çalışıyor. Adam biliyor sahteliklerini. Hadi lan oradan diyor içinden ve sendeleye sendeleye arabasına gidiyor. Evine gidiyor tenha yollardan, polise yakalanmadan. Hava almak için terasa çıkıyor. Aşağısı uçurum. Burası altınca kat. Buadan atlasam ölürüm diyor. Soğuk havayı içine çekiyor. Sarhoşluğun etkisiyle anılarını tazeliyor. Yok öyle ahım şahım anıları. Hep aynı şey. Kalk, işe git, tedavi et, sen mutsuz ol, eve gel, kitap oku, uyu. Bir kadın yok bu anılarda, sıcak bir muhabbet yok, dokunulmuş bir el, bir yanak yok. Ona atılan tatlı gülümsemeler yok. Ben istemedim diyor. Bu bahaneyle avunuyor. Alkol, inanmasını önlüyor; çünkü artık kendisiydi. Sarhoşluk rol yapmasını önlüyordu. Ölmemek için hemen içeri giriyor ve o kafayla kendi odasında değil ama siyah koltukta uyuyakalıyor.

Rüya görüyor. Hayır, kabus görüyor. Her şey siyah başladı. Kendini görüyor. Felçli bir şekilde dimdik ayakta duruyor. Kütüphanesinde. İfadesiz ve korkutucu bir surat görüyor. Beyaz tenli, hafif yaşlı, siyah giysili, kısa  saçlı, 17. yüzyıllardan bir kadın. Saçları toplu. İfadesiz bakışlarıyla üstten ona bakıyor. Kadın ifadesini bozmadan kitapları yakıyor. Kitaplar kül oluyor. Adam ses çıkaramıyor. Hareket edemiyor, bağıramıyor. Temel dayanağı yıkılmıştı.

Kadın bu sefer gardrobu açıyor. İçinde çeşit çeşit gömlek, çeşit çeşit ceket, çeşit çeşit pantalon. Gardroba son kez bakıyor kadın. Sonra gardrobu da yakıyor. Kadının elindeki kibrite anlam veremiyor. O yüzyılda kibrit mi vardı? Rüyalarında bile düşüncelerini düzenlemiyordu, hayatının bir dayanağı daha son bulmuştu! Artık klasiklik yoktu. Ağzını açamadı. Korkuyla seyrediyordu.

Kadın müzikçaları duvara fırlattı, aynayı paramparça etti, siyah duvarları yırttı. Duşakabini açtı, akan suyun rengi yavaş yavaş karardı. Artık duş da yoktu. Artık huzur da yoktu. Çığlık atamıyordu. Kabusların edebi yanı şimdi ortaya çıkıyordu; çünkü kadının elinde kağıtlar vardı. İlk kağıdı gösterdi adama. Üzerinde "avuntular" yazıyordu. Kadın bu kağıdı paramparça etti. Başka bir kağıtta "insanlık" yazıyordu. Kadın kağıdı, başını iki yana sallayarak yaktı. Kadın "bahaneler" yazan kağıdı en sona bıraktı. Bu sayfa kocamandı. Kadın yavaş yavaş yırtıyor kağıdı. Alttan da tutuşturuyor. Kağıdı uzun süre yırtıyor, kağıdı uzun süre yakıyor. Kadına artık gülmeye başlıyor. Rahatlamış bir gülümseme bu. Kaşlarını çatıyor. Hayvani bir gülümseme bu. Gülümsemeleri yavaş yavaş kahkahalara dönüşüyor. Şeytani bir ifade bu. Artık yaratıklar gibi bağırmak istiyor adam, etini koparmak istercesine, ölmek istercesine. Evet, ölmek istercesine. En son kendini çıplak görüyor.

Bu sırada uyanıyor, "Ben öldüm" diye çığlık atmaya başlıyor. Sadece bağırıyor: "Öldüm!". Terasa koşuyor, hiç düşünmeden binadan aşağı atlıyor. Düşerken bağırmaya devam ediyor: "Ölüyüm!". Sonrası zaten sessizlik.

Atlas Akın

22.10.10

Keşke Gelmeseydin ama İyi ki Geldin

Sen bir şeytansın,
Seni unuttum demiştim.
Gene beni buldun,
Keşke hiç gelmeseydin.

Sen bir meleksin,
Aradan yıl geçmiş.
Seni çok özlemişim,
Seni hissetmek...

"Olmaz" diyince, gittim,
Şimdi onursuzca geri dönüyorum.
Üzüleceğimi bilerek,
"Olmayacağını" bilerek.

Bugün harika bir gün,
Gel dedin.
Bugün karanlık bir gün,
Gel dedin.

Nasıl bir çelişkisin sen?
Hem mutlu ediyor,
Hem üzüyorsun.
Beni neden öldürüyorsun?

19.10.10

Varoluş Üzerine

Birçok çıldırma anı, araştırmalar ve uzun süreli düşünmeler sonucunda; ben de varoluş ve hayat üzerine kendi fikirlerimi geliştirdim.

Ben sonsuzluk korkusu veya daha doğrusu sonsuzluk çılgınlığı sahibi bir insanım. Küçükken; uykuya dalma sırasında "sonsuzluk çılgınlığına" tutulup, yataktan delirircesine fırlardıım. Kafamdaki düşünceler beni çıldırtırdı: "Ölümden sonra ne var? Sonsuzluk ne kadar sürer? Ondan sonraki gün, sonraki gün..." Birkaç senem böyle gecelerle geçti. Belli temellerim vardı. Bir yaradana inanıyordum, ölümden sonra yaşama inanıyordum; ancak ölümden sonraki hayattan bir süre sonra sıkılacağımızı ve çıldıracağımızı düşünüyordum. Derdime, kaçınılmaz sonuma çare bulamıyordum.

Hayatımı bir öğreti kurtardı. "Enerji yoktan var edilemez, var olan enerji yok olamaz." Evet, insanın da bir enerji olduğu kanıtlanmıştı(Kirlian Fotoğrafçılığı). Ölümden sonraki hayata ait bir şüphem kalmadı. Sonra kendi kendime, bu sorunu çözeceğim dedim. Bunun üstüne gidip, kendimi bu çılgınlıktan kurtarmalıydım.
Düşündüm, çok düşündüm. Vardım birkaç sonuca.

Doğum anımızı hatırlamıyoruz, öldüğümüz an öldüğümüzün farkında değiliz. Uyandırılmadığımız sürece; rüyamızın başını ve sonunu hatırlamıyoruz. Eğer enerji kaybolmuyorsa, neden öldükten sonra yeni bir dünya hayatına başlamayalım? Nasıl olsa başlangıcı ve bitişi hatırlamıyoruz? Böylece sonsuzluk çılgınlığı da aşılmış olur. Sanırım ruh göçüne inanmaya başladım. Başka türlüsü, beni delirtiyor çünkü.

10.10.10

Okumak Üzerine

İnsan, normal insan, başkalarının yapmadığı veya yapamadığı; ancak kendisinin yaptığı şeylerle övünür.
Başkası ne der bilmiyorum; ama ben megaloman değilim. Buna dayanarak şunu söyleyebiliyorum: Kitap okumakla övünüyorum.
Çevremde kimse kitap okumuyor. Hatta gereksiz bulup, nefret ediyorlar. Bunun sebebi, eğtimin öğrenciye kitap okuma "isteiğini" kazandırmaması mı? Anne-baba teşviiğinin olmaması mı? Bilgisayar oyunlarından başka  uğraşı olmayan çocuklar mı? Bilmiyorum açıkçası. Somut gerçeği değiştirmez. On kişiden sekizi kitap okumuyor. Belki de daha fazla.
Görsel: Ezinenin Sesi
Ben insanları, kitap okumaya teşvik edemiyorum. Birkaç sebep var. Öncelikle, kitap nefretiyle büyüyen insanlar kolay kolay kitap okumazlar. İkinci bir sebep olarak, neden kitap okuduğumu bilmem. İyi bir şey olduğunu bilirim; ama sorulsa "neden okuyursun?", diye gerçekçi bir cevao veremem. Şu barizdir; kitap okuyan biriyle, okumayanı yan yana getirdiğimizde fark ortaya çıkacaktır.
Kitap okuma veya okumak üzerine söyleyeceklerim bu kadar. Okuma önyargısı yokolmadan, gelişme sağlanamaz. Ne de olsa bireyin gelişmesi, toplumun gelişmesidir. Sevgiler...

29.9.10

Kişisel Gelişime Felsefi Bir Bakış

Sokrates demişti: "Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir". Ne demek istemişti? Sokrates cahil miydi? Gerçekten hiçbir şey bilmiyor muydu? Cahil ise, üzerine düşünülmesi gerekilen bir şeyi ortaya nasıl atmıştı?

Soruların cevapları, bana göre, Sokrates'in cahil olmadığını; aksine büyük bir düşünür(çoğunluğun ortak kanısı) olduğunu gösteriyor. Bu cümlede biraz abartı var, onu da "Sokrates Farkı"na bağlıyorum. Çok bilen bir düşünür olan Sokrates, bildiklerinin hepsinin değersiz olduğunu söylüyor. Demek istediği, daha öğrenecek ve keşfedecek çok şeyi olduğu; o kadar bilgisine rağmen. Sokrates'i, Sokrates yapan budur. Bu cümleyi içten söylüyordu. "Böyle söyledikçe daha çok keşfedeceğim" mantığıyla değil, herhangi bir düşüncesi gibi düşünüyordu. Gerçekten bildiklerinin, bilmediklerinin yanında çok az olduklarını biliyordu.

Ben bir yönden Sokrates'e benziyorum(hayır, kendini beğenmiş değilim). Ben de bilgiye açığım. O yüzdendir biri bilgimi veya konuşmalarımı övdüğünde yadsıyorum. "Ne biliyorumki? Bir şey bildiğim yok." şeklinde tepkiler veriyorum. Benim yaklaşımım da tıpkı Sokrates gibi doğal; gerçekten bildiklerimin, bilmediklerimin yanında çöp olduğunun farkındayım. Benden daha çok bilen insanlar olacak. Dünyadaki en çok bilgiye sahip olan kimse bile, bir şeyler bilmiyordur.

Yukarısı, işin felsefi kısmıydı. Kişisel kısmına gelirsek; buradan çıkarılacak dersler var. Bilmediklerinizi görmek, sizi keşfetmeye açar. Bilginizi arttırırsınız. "Ben biliyorum" şımarıklığına ve yanılgısına düşerseniz, kendinizi bilgiye kapatırsınız. Sokrates'in dediği gibi düşünmekten ziyade "Bir şeyler biliyorum; ancak bilmediğim çok şey var." Bu sanırım her alandan insanı başarıya götürecek olandır.

5.9.10

Köy Hayatı

Köydeyim,
Burada sokak lambası yok.
İyi oldu aslında, yıldızları gördüm,
Gerçek ışığı gördüm.

Köydeyim,
Burada şehir kokusu yok.
Buram buram toprak, buram buram ağaç kokuyor,
Has kokuyu duydum.

Köydeyim,
Burada insanlar gülmüyor.
Eksikliğini, yokluğunda hissettim gülmenin.
Gülmeyi özledim.

Köydeyim,
Sen şehirde de, burada da hayatımda değilsin.
Gene de eksikliğini, köyde hissettim.
Seni özledim.

Köydeyim,
Burada şehir aktiviteleri yok,
Zaman düşünmekle geçiyor.
Konuşmaların, sıcaklığın, karşılaştığımızda bana koşusun aklıma geliyor,
Kafayı yiyorum.

17.8.10

Kayınların Arasında

Görsel: Daily Shot Of Coffee

Gecenin bir vakti bu fikirler aklıma nereden geldi, ne süreçlerden geldi yazarsam; başka bir yazı olabilirdi, boşver.
Bir an, içimi bir duygu sardı, böyle içimde hareket eden huzurlu bir top gibi sanki. Buruk, hüzünlü, aynı zamanda sevgi dolu bir huzur.
Düşündüm. Aklıma baş "keşke"lerimden biri geldi. Bir sevgilim olsun isterdim. Hayır, hayır ergenlikde yaşanan bir hormon patlamasından, testosteron fışkırmasından bahsetmiyorum. O an bir sevgili, sıcak bir gülümseme istedim; et veya güzel hatlar istemedim. Sıcaklık ve buruk bir hüzün; ama mutlu bir hüzün. Gözüme bir arkadaşımın gülümseyen fotoğrafı geldi, hayır o kızı sevmek istemedim; ama öyle bir gülüyorduki, "buruk ama mutlu hüzün" tanımına uyar şekilde. Kaşlar hafif kalkık, gözler kısık, tatlı bir gülümseme. Gerçekten, terkedildiğimde dünyamın kararacağı kadar, sevmek istedim. Kendilerini "emo" diye tanımlayan kimselerin, aşk acısı çektiklerinde yaptıklarını yapacak kadar sevmek istedim. Kastettiğim, mazoşist bir sevgi değil. Sadece istediğim sevginin boyutunu anlatmak istiyorum.
Dünya başıma yıkılsın mesela bir olay yüzünden, sonra sevgilimin sesini duyayım, yüzünü göreyim, elini tutayım, varlığını hayal edeyim; her şey düzelsin. Aşk patlamaları yaşayayım, dizeler dökeyim, kaybetme korkusu yaşayayım, ondan aldığım güçle her şeyi başarayım mesela. Kış fantezimle birleştireyim onu: Gökyüzü gri, sokak lambaları yanıyor, kar yağıyor kararında, hava buz gibi değil ama soğuk, yanaklar pembe,  güneş gözükmüyor ama aydınlığı aradan belli oluyor gökte(gün doğmadan önceki gibi), birbirimize gülelim, sıcaklığımızla ısınalım, gidelim soğuğun arasından sıyrılıp güzel bir kahve içelim.
Ona şiirler okuyayım, müzikler dinleteyim, onu bir müzikle eşleştireyim; sonradan aramız bozulursa veya ona ulaşamadığım bir anda dinleyerek onu hatırlayayım.
O da rahatsız olmazsa, izin verirse saatlerce ona bakayım. Yüzüne, saçlarının tellerine, gözündeki ışığa(belki de şaşkın bakışlara), soğuktan hafif çatlamış dudağına, gülümseyişine, utanışına, ellerine, gövdesine.. Bir an bile sıkılmayayım, misal.
Peki, merak ediyorum. Var mı böyle sevgililer, sevgiler, aşklar, mutluluklar, iç kıpırtıları?

Not: Sapık veya deli değilim; yani umarım.

9.8.10

Olmamalı

Survivor var, NTV'deki adam(Serdar Kılıç) var, Discovery Channel'da Ayı lakaplı adam(Ayı Grylss/Edward Michael Grylls) var. Bunlara rastlamışsınızdır. Hepsinde de bir doğal yaşam teması var, vahşi yaşam var, doğada yalnızlık var. Kanal yönetimleri para için doğayı mahvediyorlar.

Survivor'a katılan kimseler, açlıklarını gidermek için balık yiyorlar, ormandan yiyorlar. Balık tüketilen bir hayvan tamam; ancak bunun tüketimini sırf para kazanmak için, kanallar zengin olsun diye arttırmaya ne lüzüm var?

NTV'deki adam, kendisi vahşi doğada nasıl yaşanılacağını gösteriyor, yalnız kalınılması durumunda. Tamam, bunları bir kitapta yayınla; ben doğada yalnız kalırsam uygularım son çare olarak; ancak zorunda kalmadığın halde, sırf kanal zengin olsun, reyting artsın diye, bunu canlı bir şekilde, hayvanları öldürerek yapmana gerek var mı? Aynı şekilde Discovery'deki adam da.

Doğru değil!(Görsel: Warming Glow)
Doğanın dengesini bozuyorlar. Kanallar bu insanlara zorla program yaptırmıyorlar. Peki insanlar bu kadar mı cani? Ucunda para var diye, ölmesi zorunlu olmayan, hayatını sürme hakkına sahip olan böcekleri, yılanları, kuşları, balıkları, vs. katledip, yemek ne derece doğru? Doğruluğu yok, şöyle söylesem daha doğru olur. "Ne kadar yanlış!"

Alanında uzman kişiler bunlar, evet. Gene de yaptıklarının gerekmediği sürece, doğru olduğunu söyleyemeyeceğim.

Hayvan hakları derneklerinin bu konularda bir çalışması yoksa, açıkça söyleyebilirimki, bu dernekler sadece "büyük hayvanlar"la ilgileniyorlar. Kediler, köpekler, kutuptaki foklar ve ayılar, vs. En küçük solucan da hayvan, en büyük balina da.

Ne düşündüğünüzü bilmiyorum; ancak bana düşen, elimden gelen, sadece bir siyasetçi gibi "kınamak".

4.8.10

Rüyalardan Öğrendiğim

Dün gece gördüğüm rüya yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başladı. Tam anlamıyla benim bir parçam olmaktan çıkmadan önce onu yazıyorumki, ileride hatırlayabileyim. Etkisi ve gerçekliği sürsün. Öncesinde birkaç laf edelim.

Görsel: Tuncerler Blog
Rüyalar çöğu zaman şaşırtır. Bir bilgi; rüyasız geçen gecemiz yoktur, onları sadece biz hatırlamayız. Bu durumda sabah kalktığımızda "dün gece rüya görmedim" demek yanlış olur. Birkaç saat sonra "doğru lan, şöyle bir rüya görmüştüm!", daha birkaç saat sonra "aaa, bir de şöyle bir şey görmüştüm!" diyerek gün sonunda yaklaşık üç dört rüyanızı hatırlarsınız.

"Unuttum" demek de bu yüzden aptallıkmış, sabah bunu anladım. Bilinç olarak tamamen unutmuş olabilirsiniz, bu herhangi bir duygu veya bir anı veya bir fikir olablir, ancak bilinçaltınız bunu kabullenmeyebilir. O duyguya, fikre, anıya o kadar derin bağlanmışsınızdırki, bilincinize umursamamayı ve unutmayı emretseniz de; bilinçaltınız böyle bir şeyi kabullenmez.

Çektiğim içsel acılar sonucu unutmaya karar verdiğim bir platonik olarak sevdiğim bir kız vardı. İki üç seneden sonra açılmaya karar verdim ve bu bana bir dost kaybettirmekten başka bir işe yaramadı. O an nasıl hissetmiştir, sonrasında üstüne düşünmüşmüdür bilmiyorum; şayet beni bir kardeşi olarak gördüğünü ifade etmişti ve sanırım inanamamıştı. Biliyordumki, duygusal davranmaya başlar ve abartırsam çöküşe uğrardım(Bir önceki yazım olan Terkedenler'de bahsettiğim gibi). Onun yerine vazgeçip, unutmaya karar verdim. Telefon numarasını, e-posta adresini, messenger adresini sildim. Facebook kullanıyordum o sıralar, profilini bloke ettim herhangi bir şekilde raslaşmayayım diye. Onu bana hatırlatacak şeylerden arınmaya çalıştım. Beraber çekindiğimiz sayılı fotoğrafları bile sildim. Gene bir önceki yazımda bahsettiğim gibi, arada anılar kütüphanesini karıştırıyor ve ardından hemen yerine kaldırıyordurm. Bir kaç olay dışında her şey güzel(unutma çabalarımın üçüncü ayında tiyatroda karşılaşıp selamlaşmak zorunda kalmak gibi kalbimi yerinden fırlatacak olaylar). Unutmak üzerine bile düşünmüyordum. Artık her şey normaldi. Düne kadar...

Dün gece; rüyalar alemindeydim ve sanırım Karum'daydım, kontrol tamamen bende değildi(Henüz rüyalarımı kontrol edecek kadar yetenekli değilim/Böyle bir olay var. bkz. lucid dream). Karumun zemin katı, sağ taraftan asansöre doğru yürürken, değerli hatun yandan bana doğru geliyor. Karşılaşmamak için, içgüdüsel olarak "olmaz, bu kadar emekten sonra" dediğim için; asansöre doğru adımımı hızlandırdım. Sanıyordum, geçip gidecek; aksine kızın amacı gelip bana sarılmakmış. E, en başta istediğim zaten beraber olmaktı. Anlık şoku atlatıp, bana gülerek gelen ve anında sarılan kızı aynı şekilde ben de sımsıkı sardım. Benden mutlusu yok. Dokunma hissinin gerçekliğine yaklaşıyordum neredeyse. Mutluluktan kıza, havada döndürerek sarılıyordum. Ondan sonra şahane(!) bir şey oldu ve rüya bitti.

Sabah kalktığımda bir şey hatırlamıyordum. Nereden esti nasıl oldu bilmiyorum ancak, öğlene gelmeden bir an rüya aklıma geldi. Mutluluk, sevgi, hüzün, çöküntü vs. hepsi bir anda oldu. "Her şey birdenbire oldu!" hatta. Anladımki bilincim unutmuş, bilinçaltım affetmemiş. Güçlü sevgi duyguları, bilince üstün gelmiş ve bilinçaltıma ulaşmışken beni tekrar ele geçirmiş. Bana resmen "bak aslında böyle duyguların var, yalnızca sen sildiğini sanıyorsun onları" demişler. Bakalım, neler olacak bilmiyorum.

2.8.10

Terkedenler

Görsel: A Lonely World


Geride kalanlar, yalnız bırakanlar, çekip gidenler, zorunlu olarak başka bir dünyaya göçenler. Hepsi, bir sebepten dolayı bizi bırakıyorlar. Belki çok mutlu oluyoruz, hayatımızdan çıktıkları için. Belki de derinden sarsılıyoruz, bizi koskoca dünyada yapayalnız bıraktıkları için(ya da o an öyle hissettiğimiz için). Bir şekilde terkedildiğimizde, duygusal durumumuzda bir oynama oluyor. Öfke, acı, mutluluk...

Herkes terkedilmiştir. Sevdiğimiz, sevmediğimiz biri bizi terketmiştir; hayata veda ederek, taşınarak, küserek, ayrılarak. Tanımadığımız birinin bizi terketmesinin yarattığı hisler anlıktır, terkeden kişi bir idol veya hayranı olduğumuz bir kimse olmadığı sürece. Tanımadıklarımızın terkini unutur, hayatımıza devam ederiz. Bize asıl "koyan"; yakınlarımızın bizi terkedişidir. Yakınlarımızın ya da kendimize yakın hissettiklerimizin... Ailemizden kimseler göçerler, üzülürüz. Kardeşimizle aramız bozulur, belki sinirlenir ancak sonunda üzülürüz. Son zamanlarda size illallah dedirten bir arkadaşınız, yeni arkadaşlar edinir, bırakır yakanızı; sevinirsiniz. İnsanoğlu acıya merak duyar. O yüzden bu terkedişlerin en ilginci; aşık olduğumuz veya sevdiğimiz bir kimsenin terkidir.

Aşıksınızdır; peşinden koşabilirsiniz, karşılıklı sevebilirsiniz, kendinizi edebiyat kitaplarında veya şiirlerde hissedebilirsiniz. Sanki sarhoş gibisinizdir. Seviyorsunuzdur; yokluğunu düşünmek istemezsiniz, beraber keyifli vakit geçirirsiniz, başınızın okşanması sevgisidir sahip olduğunuz, karnını okşama sevgisi, sırları paylaşma sevgisidir belki de. Salt  bu sebeplerden; sevgilinizin, ailenizin, evcil hayvanınızın terkedişi sizi üzer, hatta yerin dibine gömer.

Terkedildikten sonra neler olur neler. Yalnız kalmamızın sebebinin karşı taraftan ya da bizden kaynaklanması önemli değildir. Bir şekilde yapayalnız hissederiz kendimizi. Varlık içinde yokluk mu derler? Bir meydanda çekilmiş siyah beyaz bulanık fotoğrafın ortasında net olmak gibidir. Her şey yabancı, her şey garip. Yavaşlarız, algımız bozulur. Türk insanının kökeninde bulunan arabesk davranışlara sarılır; şarkılara veririz kendimizi, bazı bazı içkiye.  Bunlar olurken tercih sırasıdır; yalnız kalmaya devam etmek, yalnız kalmak için kendimizi zorlamak veya artık kendimize gelmenin vaktinin geldiğinin farkına varmak, işleri yoluna koymaya karar vermek.

İlk tercihi seçenler, bir şekilde yalnızlık hissinden hoşlanmışlardır. Bu his, çevremizden daha çok ilgi ve şevkat almamızı sağlamıştır. Melankolik takılmak hoşumuza gitmiştir. Artık resmen göstermelik bir yalnızlık yaşamaktayızdır. "Oha lan dışım ağlıyor; ama içten içe çok keyifliymiş bu yalnızlık hissi. Haha!".

İkinci tercihi seçenler; kalplerini ve beyinlerini kaybetmek istemezler. Bu hisle bir hayatın geçmeyeceğinin farkına varırlar. Kendilerini bir yola adarlar ve bu yolun sonunda sağlık ve geri gelen mutluluğun olduğunu bilirler. Bu mutlululk yeni bir kitap gibidir. Ancak insanlar, eskiden okudukları kitapları hatırlamayı ve ara sıra onları kütüphanelerinden indirip, sayfalarını karıştırmayı severler. Kimisi kitabı tekrar okur. Kimisi bir kaç sayfa karıştırır, kapağına bakar; tekrar eski yerine koyar.

Geçmiş anıları güzel yönleriyle hatırlamak, ara sıra tazelemek fena değildir. Onları baştan aşağı her yönüyle incelemek, derin hüzünlere kapılıp, tekrar tekrar hatırlamak ise sadece zaman kaybıdır. Anılar da kütüphaneye kaldırılmalı ve ara sıra karıştırılmalı. Terkedilmek; kitabın elimizden alınması değildir. Terkedilmek; beğenerek okuduğumuz, hüzünlü bir şekilde biten kitabın son cümlesidir.

22.7.10

Okulda Şiddetin Son Bulması İçin Dev Bir Adım

Davranışsal Şiddet

Şiddet nedir? "Fiziksel olarak verilen acı", gelir aklımıza değil mi? Dünya Sağlık Örgütü(WHO) olaya daha kapsamlı bakıyor:
"Fiziksel veya psikolojik gücün bireyin kendisine, başka birine, bir gruba ya da topluluğa karşı yöneltilen, yaralamaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişim bozukluğuna veya yoksun bırakmaya yol açma olasılığı büyük olan eylemlerin bilinçli olarak yapılması ya da bu eylemlerde bulunmakla tehdit edilmesidir." 


Yani sadece fiziksel değil, psikolojik baskı da şiddete dahil. Şiddet, her türlü zarar verme üzerine kurulu eylemin bilinçli olarak yerine getirilmesidir.

Okulda şiddet de, aynı şekilde sadece fiziksel şiddet sanılmaktadır, ancak sadece fiziksel şiddeti değil, sözel ve psikolojik şiddeti de kapsar.

Her türlü şiiddete bilinçli olarak başvuran kişilere zorba diyoruz. Okul zorbalığı ise MEB'de şöyle tanımlanıyor:

Okul Zorbalığı
 "Okul zorbalığı, bir yada birden çok öğrencinin kendilerinden daha güçsüz öğrencileri kasıtlı ve sürekli olarak rahatsız etmesiyle sonuçlanan ve kurbanın kendisini koruyamayacak durumda olduğu bir saldırganlık türüdür. Okul zorbalığı, tekme atma, tokat vurma, itme, çekme gibi fiziksel; sataşma, alay etme, dalga geçme, kızdırma, hoşa gitmeyen isim takma, küçük düşürücü sözler söyleme gibi sözel, dedikodu ve söylenti çıkarıp yayma, arkadaş grubundan dışlayarak yalnızlığa terk etme gibi dolaylı yada para veya diğer eşyalarını zorla alma, almakla tehdit etme, eşyalarına zarar verme gibi davranışsal olarak ortaya çıkabilir. "

Okulda şiddet, günümüzün henüz çözülememiş bir problemidir. Eğitimiyle öne çıkan ve kötü yanlarını reklamlarıyla kapatan özel okullarda bile şiddet görülmektedir. Şiddet, okulun zenginliğiyle ya da güzel görünüşüyle alakalı değildir. Şiddet, aileden gelme eğitimsizliğin veya sonradan ortaya çıkmış kendini kanıtlama, kabul edilmeme gibi sosyal problemlerin yarattığı bir sonuçtur. 

Ailesinde veya okulda şiddete maruz kalan veya şiddet uygulayan çocukların karakterleri eksik yetişecek ve ileride bunun sıkıntısını  çekeceklerdir. Her zaman daha iyi bir toplumda yaşamak isteriz değil mi? Bunu başarmak için bazı şeyleri gerçekleştirmek gerekir. Okulda şiddetin önüne geçmek de bunlardan biridir.



Bu uğurda, bir proje gerçekleştiriliyor. Adı da "Okulda Şiddet Projesi". TÜBİTAK tarafından destekleniyor ve Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi'nden bir grup öğretim üyesi ile yardımcıları tarafından yürütülüyor. İşlerini ciddiye alıyorlar. 2008-2011 arası süren projede 127.000 lira gibi büyük paralar dönüyor. Hedefleri okulda şiddeti çözmek. Bunun için "Okul Temelli Şiddeti Önleme Programı" adında bir program tasarlayıp, okullarda test ediyorlar. Aynı zamanda veliler, öğrenciler ve öğretmenler için el kitapları çıkardılar.

Öğrenci El Kitabı'nı kendi adıma okudum, içeriği şunlardan oluşuyor:

*Şiddetin Tanımı
*Okulda Şiddetin Tanımı
*Şiddetin İnsanlar Üzerindeki Etkileri
*Zorbalığın Tanımı
*Zorbalığın Kapsamı
*Şiddet Çeşitleri
*Zorbalığın Sebepleri
*Zorbalığın Sonuçları
*Zorbaların Hedefindeki Kimseler
*Zorbaların Özellikleri
*Sağlıklı Birey ile Davranışları Problemli Bireyin Karşılaştırılması
*Çevresine Karşı şiddet Uygulayan Kişilerin Çeşitleri
*Davranışlarıyla Çevreye Zarar Veren Öğrencilerin Özellikleri
*Çocukların Daha Olumlu Davranışlar Geliştirmesine Yardımcı Olan Özellikler
*Öğrenciler İçin Pratik Bilgiler ve Tavsiyeler
*Sözel Şiddetle Rahatsız Edildiğinizde Sergilemeniz Gereken Davranışlar
*Kendini Tanımayla İlgili Küçük Bir Anket

Sizin de kendiniz için bu el kitabını okumanızı tavsiye ederim. Sonuçta, amaç daha sağlıklı ve bilinçli nesiller yetiştirmek, kaliteli bir toplum oluşturmak.

Okulda Şiddet Projesi'nin internet sitesi için tıklayınız.
Öğrenci El Kitabı için tıklayınız.
Anababa El Kitabı için tıklayınız.
Öğretmen El Kitabı için tıklayınız.


16.7.10

Starbucks Hatırası

Gene burada mutluyduk,
Kalabalığın arasında,
Tıpkı fotoğraflardaki özne gibiydik.
Dışarıdan bağımsız, kendisiyle bütün.
Ya da bilmiyorum,
Belki burada tek özne sensin.
Ben arkada bulanık kalmışım.
Ağır espresso kokusu çevrede,
Kokusu harika, tadı buruk.

Gene burada, kahve içerken mutluyduk.
Sen de tıpkı espresso gibisin.
Uzaktan harika, tanıdıkça buruk.

Barış Dolu ve Yaşanası Bir Dünya Tutkunu: Zülfü Livaneli - Benim Livaneli Yolculuğum

Zülfü Livaneli
Bir şarkı hiç mi sıkmaz? Bir kitap her okunuşunda aynı zevki nasıl verir? Bir insan her anlamda nasıl bu kadar mükemmel olur? "Eğer bu kişi Zülfü Livaneli'yse olur."; az önce kendime sorduğum sorulara vereceğim yanıt. Yazar, yönetmen, müzisyen, barış adamı...

Bir sanat adamı, bir düşünce adamı, olağanüstü bir şahsiyet. Kültür kelimesi benim için adeta onunla özdeşleşmiş. Okumaya doymayan, "ben bilirim" havalarında olmayan sayılı yazarlardan. Kendisine "artist" denmesini ilk sefer komik bulan, şarkıları dillerden dillere çevrilen, bir devrime simge olmuş usta yorumcu, bestekar. Bir dönem siyasetle uğraşan ve çeşitli yolsuzluklarla önü kapatılan ve bunun karşılığını UNESCO İyi Niyet Elçisi olarak alan, dünya barışına çalışan bir "varlık".

"Mutluluk"
Kendisine düşkünlüğüm ilk olarak "Mutluluk"la başladı. Sanırım yedinci veya sekizinci sınıftaydım. Tabii, o sıralar Zülfü Livaneli'yi sadece babamın ağzından duyuyorum: "Ülkenin başına geçse keşke bu adam" diyor. Ağabeyim de bir ara aynı lafı etmişti. Ben Zülfü Livaneli'yi sadece Vatan'daki gülümseyen, insanı mutlu eden fotoğrafıyla biliyordum. Kitabı olduğunu öğrenince çok sevinmiştim. Keyifle de okumuştum. Sonra filmini izledim mesela. İçimdeki hayranlık gitgide artıyordu. Ancak Efsane Konserler'i dinleyene kadar, hatta "Mutluluk"u izlediğimde bile, müzikle uğraştığını bilmiyordum. Ağabeyim, bilgisayarda açıyordu arada, ben de bilinçsiz bir şekilde, başka işlerle uğraşırken arada dinliyordum. Bilgisayarda araştırma yaparken, oyun oynarken hep arkada çalıyordu fakat hiç dikkatli dinlemiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum fakat bir anda konsantre oluverdim ve ilk kez dikkat vererek dinledim. Bu özenle dinlediğim ilk parça "Saat Dört Yoksun"du. Şarkılar ardı ardına geldi "Özgürlük", "Gözlerin", "Sus Söyleme", "Karlı Kayın Ormanı" ve onlarcası. Hayranlık artıyordu, çok mutluydum böyle bir insanla yüzyüze olmasa da tanışmaktan.
"Son Ada"

Bir kelimeyi kırk kez tekrar ederseniz anlamını yitirir ya, ben de bir şarkıyı kırk kez dinliyordum. E tabii, bir süre sonra doğal olarak ilgim azaldı. Arada sırada dinliyordum, gene "bilinçsizce".

Sonra "Son Ada"yı okudum. Anlaması kolay, konusu hoş, güzel betimlemelerle ve karakterlerle dolu, sürükleyici bir kitap. Hayranlığım zirve noktasına geldi, sanıyordum. Yanılmışım. Ne mi oldu?



İrem-Ben-Selen
Aradan bir sene geçti ve bu sene Ankara Üniversitesi bahar şenliklerine gittim; çünkü Zülfü Livaneli geliyordu. Dedim, bu fırsat kaçmaz. Livaneli'yi yakından takip ettiğini bildiğim sevgili canımın içi dostum Selen'le anlaştık. Ne pahasına olursa olsun gidecektik, kaçmazdı bu konser. Ailemle kavgalıydım hatta o aralar ancak ısrarım galip geldi ve konsere gittik. Hatta yakın arkadaşım, ortağım Canberk ve İrem de bize eşlik ettiler(Malum Canberk'in gelmesi şarttı; çünkü bu sene bütün şenliklere beraber gittik, artık beraber şenlik gezmek ritüel haline gelmişti). Böylece Canberk'e Zülfü sevgisi kazandırdım ve İrem'in de Zülfü hayranı olduğunu öğrendim. Zülfü Abi sahneye çıktığı an, hayatımın son zamanlarının en mutlu anını yaşadım. Benim için ulaşılması imkansız bir şeydi Zülfü Livaneli ve o an beş metre kadar bir mesafe vardı aramızda. Böyle bir şey olamazdı tabii, hayır gayette olmuştu! Konserini müzik çalardan dinlerken coştuğumu sanardım, e ikinci kez yanılmışım. "Merhaba"dan sonra bir giriş konuşması yaptıki, unutulmazdı benim için. "Işıldayıp gelen sel"in biz gençler olduğumuzu söyledi:
Ben-İrem-Canberk-Selen


Müthiş bir gece geçiriyorduk. Eğlencenin yarattığı mutluluk ve yorgunlukla bir an kendimizi arkalarda bulduk. Çok da önemli değildi, her şeyiyle, her haliyle müthişti Zülfü Abi. Ha dibinden, ha metrelerce öteden. Aynı enerjiyi, atmosferi taşıyan ve yaşayan binlerce insandık orada! Üçüncü kez yanıldım: Sandımki, artık Zülfü Livaneli hayatımın bir parçası, olmazsa olmazı oldu. HENÜZ DEĞİLMİŞ!

Yanılgıya düştüğümü "Sevdalım Hayat"ı okuyunca anladım. Meğer bilmediğim ne çok şey yaşamış. Ne kadar uzun yollardan geçmiş bu günlere gelmek için. Sanıyordumki hayatını normal insanlar gibi yaşamış, herhangi bir kimse gibi bir gün aklına müzik yapmak veya kitap yazmak gelmiş. Değilmiş. Okuduktan sonra, artık kesinlikle Zülfü Livaneli benim için bir vazgeçilmez oldu.

Henüz bu tezi çürütemedim, başka yanılgıya düşmedim. İnşallah yeni yanılgılara düşerim de Bay Livaneli'ye olan sevgim, saygım, hayranlığım katlanır da katlanır.

Olaya fantastik bir açıdan bakalım. Bir ölümsüzlük iksiri olsaydı, içmeyi ilk hakedecek olanlardan biri olurdu Zülfü Livaneli. Şayet dünya barışına, evrensel birliğe hizmet eden bir kimse kendisi. "Dünyayı güzellik kurtaracak"(Dostoyevski) diyen, her şeyin başının "bir insanı sevmek"(Sabahattin Ali) olduğunu savunan ağabeyimiz,babamız,amcamız, her şeyimiz. Dünyayı kurtaracak bir insan. Son bir senede gerçekten dikkatli baktığımda, çoğu tanıdığımdan yakın görüyorum kendisini bana(ki yüzyüze sohbetimiz yok bile).

Gerçekten kendinize bir iyilik yapın ve kitaplarını okuyun, müziklerini dinleyin, Zülfü Livaneli'yi tanıyın.

Yardımcı Olabilecek Kaynaklar:



"Efsane Konserler"
"Sevdalım Hayat"
Hayatını öğrenmek isterseniz Sevdalım Hayat adlı otobiyografik romanını okuyabilirsiniz.
Müziğini öğrenmek isterseniz, konserlerinden seçme şarkıların bulunduğu Efsane Konserler albümünü dinleyebilirsiniz.
Gene, hayatını öğrenmek isterseniz, Nebil Özgentürk'ün bir zamanlar(hala devam ediyor mu bilmiyorum) sunduğu bir belgesel programı vardı Bir Yudum İnsan. Zülfü Livaneli'ye de bir bölüm ayırmışlar. İnternetten izleyebilirsiniz:


Bir de kendi resmi sitesinde hakkında yapılmış "Boğaziçi'nde Bir Rönesans İnsanı" adlı görsel biyografisi var. Besteci, yazar, yönetmen ve entellektüel kişiliğinden bahsediliyor.


8.7.10

Açlık Ayı'ndan Anılar

Açlık ayı geliyor
Kafamda gene o zamandan hatıralar
Her şey o sıralar olmuştu


Tanışmamız
İlk heyecanlı konuşmalarımız
Yakınlaşmamız
Sana olan hislerim
Yüzündeki sahte mavilere dalışım
Hayat güzel!

Değilmiş.
Aynı ay bana
İyinin yanında kötünün olduğunu
Her şeyin bir sonu olduğunu

İhaneti
En önemlisi
İhanetin acılı sevgiye dönüşebileceğini
Öğretti.

27.6.10

Deniz ile Gelen Pişmanlık

Gümüş elbisesi üstünde.
Dokunsan kırılacak sesiyle,
Hüzünle tartışıyor.
Dokunsam, kıracağım...

Göz göze geldim,
Dokunmasına gerek kalmadan,
İçten içe kırılan ben oldum.
Kalbim tazı, karnım kuş.

Gece oldu,
Hüzün yerini,
Çalı çırpıya bıraktı.
Alevlenmeyi zevk ile bekleyen.

Kibriti elime alamayan ben,
Yakamadım kahve güzelini.

17.6.10

Yeraltının Karanlık Lordu'nun Şiirlerinin İncelemesi



Deniz Göloğlu, şiire erken yaşlarda Orhan Veli okuyarak başladığını ve o yaşlardan beri yazdığını bildiğim; çoğu zaman karamsar, kimi zaman hüzünlü, birçok vakit ise aşık şair. Şair ama ne şair! Genetik olduğunu düşündüğüm bir yeteneği var; şayet babası da şiir yazıyormuş ve kimi şiirlerin temaları da benzer. Şair kişiliği dışında birebir tanıyorum Deniz'i. Derdim varsa tavsiyede bulunur, kimi zaman buluşarak, kimi zaman birkaç dize şiirle. Ruhen zorlu günlerden çıkmamda payı büyük onun. Boş olmayan, kaliteli fikirlere sahip bir varlıktır. Sanatçı yanıyla beraber, bence çok iyi bir insan Karanlık Lord, yani Deniz Göloğlu.

Deniz, sürekli biriktirdiği şiirleri yayınlamaya karar verirse ne olur? Babası da eşlik eder ve "Baba/Oğul ve Olmayan Kutsal Ruh"u yayınlarlar, elden ele, aile arası. Beğenilme kaygısı henüz yoktur, bir çeşit tanıtım niteliğindedir. Küçümsemek amaçlı değil benzetme yapmak için söylüyorum: ünlü firmaların, yeni ürünlerini, alışveriş merkezlerinde küçük standlarda tanıtması gibi. Büyük projelere ön ayak olacak kitaptır bu.



Deniz kitap bastırma fikrini ele alınca, babasını zorlayarak, onun birkaç şiirini ortaya çıkarmıştır. Benzerlikler, dediğim gibi, kayda değer. Ben çok şiir okumadım; ancak biliyorum, Deniz'in şiirlerinde Orhan Veli'den bir hava var. Belki de bilinçaltına işlediğinden, belki de tarzını samimi bulduğundan. Ben Deniz'in şiirlerini okudukça, Orhan Veli'nin şiirleri gözümde canlanıyor kimi zaman. Kötü bir şey değil, esinlenmek veya etkilenmek, bilinçli/bilinçsiz, olağan bir durum çünkü. Artık sözü uzatmıyorum ve Deniz'in birkaç şiirini sizle paylaşıyorum.

Onlar gibi

Bu dünyaya ait değil güzelliğin,
                                             yıldızlarsan çalınmış.
Onlar gibi parıltılı, onlar gibi erişilmez.
Ve onlar gibi kalıcı değil.    

Bu, kitaptaki sevdiğim şiirlerden. Kısa ve çarpıcı. Fazla söze gerek yok, güzel hisler uyandırıyor, yergi ve övgü bir arada bulunuyor.

Unutun

Unutun o söylediğim güzel sözleri,
                         güzel olduğunuz, çok sevildiğiniz,
                                                                           yalan.

Onlar sizi mutlu etmek için söylendi,
                            dünya düşündüğünüz kadar iyi değil.

Karanlık dünya, öyle ışıl ışıl değil,
                                                           karanlık ve soğuk.

Karamsar havadaki ilk şiirlerden kitaptaki. Belki takındığı maskelerden bir tanesini düşürmeye karar veren bir kimseyi anlatıyor, gerçekleri anlatmaya başlayan bir kimse. Belki de asıl gerçekleri bilen ve bu yüzden yalnız kalan bir kimse, karamsarlığıyla beraber.

Nisan-Bahar

Bahar geldi yine,
                           aylardan Nisan.

İçipi yazmaktan başka, ne yapabilir?
                                                         insan.

Kimi şaire ilham veren içkiden bahseder. Sanıldığının aksine hüzünlenmek dışında, insanlar ilham ve mutluluk için de içer. Bu şiirde baharın gelişinin getirdiği sevinç vardır ya da baharın başlıca bir ilham kaynağı olması.

Saklambaç

Yıllardır anlamsız bir saklambaç oyunu içindeyim aşkla.
Yıllardır da hep ben sobelendim; bu çocukluğumdan kalma oyunda.
Şimdilerdeyse ebe olan benim,
Tek tek saklanıyor her aşk benden.
Bense yalnızlığımla sonu hüsran olan bir arayıştayım.

Aşklar eskidendi, aşk geride kaldı. Geçmişte aşk sürekli şairi istemişti. Roller değişmiştir artık. Ancak bir değişiklik daha olmuştur, aşk artık şairi istememektedir. Aşka dair, hüzünlü bir bakış açısı.

Korkuyorum 

Bazen kendimi tanrı yerine koyup,
Onun gözlerinden baktım insanların gözlerine.

İnsanların gözlerinde her şeyi görmek mümkündür;

                     acıyı,
                          hüznü,  
                                sevinci ve mutluluğu,

Sadece aşkı göremezsiniz, insanın gözlerinde.

İşte o kelimenin kutsallığı korkutuyor beni,
Hatta adını ağzıma almaya bile, çok korkuyorum.
Batan bir güneş kadar yalnız kılıyor o kelime beni.

Hiç bir şeyden korkmadığım kadar o kelimeden,
                                                               korkuyorum...

Deniz'in en sevdiğim şiiri. "Göz kalbin aynasıdır" teması, bu şiirde yok. Aşk o kadar derindirki, kalpte patlar bütün vücuda yayılır, her tarafımızı sarar; ancak gözümüze yansayacak güce sahip değildir. Bu yüzden, gerçek aşklar genelde karşılıksız kalır. Şiirde değinilen bir başka konu ise "aşk" kelimesinin ve anlamının sonsuzluğu ve  kutsallığı. "Aşk" kelimesinin aslında ahkam kesen üç beş ahmağın sözleriyle sınırlı olmadığı(aşk şudur, budur, vs.), eğer onlarla yitinirsek gerçek aşka ulaşamayacağımız fikri yatar bu şiirde. Başka bir varsayımım ise şudur: şair aşk diye adlandırdığı duygudan çok çekmiştir ve geride bıraktığı sadece hüzündür ve bu büyük hüzne yakalanmamak için; aşk kelimesini duymak bile istememektedir. Bu şiir, ilk okuduğumda, tüylerimi diken diken etmişti.

Kitaptan olmayan fakat paylaşmak istediğim son bir şiir var. Belki yeni kitabına koyar, ya da odasında diğer şiirlerle birlikte, tıpkı şarap gibi, yıllanmaya bırakır ve vakti gelince ise keyfine varır. Gerçek dostluğu anlatan şiiri paylaşıp, veda ediyorum. İyi geceler:

Kirletilmemiş Dostluk

Siz mi ? Işıltılı hayatlarınız sürdürürsünüz sokak lambalarının altında,
Biz mi ? Sizinin ışıltılarınızın aydınlatmadı noktada kenetlenmiş gölgeler.

Biz öyle bağlandık ki birbirimize,
                                          
öyle sıkı sarıldık ki,
Ne bir şehir ayırdı bizi,
                               ne de bir kıta...
Bazen bir telefon kadar uzaktı birbirimize sarılmamız,
b
azense  bir fotoğraftır yolladığımız,
                                                        hasretliğimize,

Biz çok gördük kardeşlikleri,
                                          kardeş adı altındaki kalleşleri.
Bir kız oldu ayıran bizi bazen, 
                                          
bazense sebep oldu
                                                                          basit bir yalan.
                                            






15.6.10

Kitap da Bitti Kendini Çok Sevdirmeden




Tuna Kiremitçi'nin "Git Kendini Çok Sevdirmeden" adlı kitabını okuyordum. Biraz bahsetmek isterim. Kitap hakkında iyiymiş-kötüymüş diyemem, haddime düşmez, zaten beğenmediğim kitap olmuyor genelde. Ayıp, diye düşünüyorum hep. Açıkçası; sıkılmadan ve beğenerek okudum.


Kitap boyunca şöyle hissediyorum: Tipik 2000 sonrası Türk filmleri gibi. Daha açık olayım. Bir huzur havası, bir durgunluk, sürekli sessizlik ve kapalı bir hava hissediyorum. İki zaman diliminin bağlanması(kitapta kızın bir on yedi yaşından, bir de kırk yaşından anlatımlar var), sinemada paralel kurgu olarak tanımlanıyormuş.  Şu var, kitap sanki eksik bitmiş gibiydi, bir şeyler daha olabilirmiş gibi. Yarım kalmış gibi belki de. Kitabın içindeki olaylarda tadını çıkaramadan bitme fikri yatıyor. Kitabın uzunluğu da aynen öyle oldu. Kitap kendini çok sevdirmeden bitti, gitti. Bir şeyler daha yazacağım, bunlar kitaptan bilgi içeriyor, o yüzden kitabı daha önce okumadıysanız, aşağıya da okumanızı tavsiye etmiyorum.





  • Kitap boyunca Arda'nın hem on yedinci yaşı, hem de kırkıncı yaşından kesitler veriliyor. Aklımın oyunu; on yedi yaşındaki Arda gözümde esmer, kahküllü bir kız şeklinde canlanırken, kırkına gelince açık tenli, uzun saçlı bir bayan tipinde canlanıyor.
  • Arda'nın annesi ya Türkiye'yi dolaşmış ya da sohbet olsun diye yalan söylüyor. Kırklareli'nden, Diyarbakır'a(s.38,  s.97) her ikisinde de birer yıl olmak üzere eğitim görmüş.
  • Arda'ya göre kur yapmak = Saça, ele iltifat etmek, her sözü dikkatle ve gülümseyerek dinlemek, göze bakmak, öne eğilmek(s.99).
  • Şu cümle çok hoşuma gitti: "Henüz hiçbir şeytan harekete geçmedi"(s. 81). Aramızda henüz bir etkileşim olmadı şeklinde bir anlamı var sanırım.
  • Fırat'ın sürekli gördüğü bir rüya var, öyle bir rüya göreceğime öleyim daha iyi. Peşini bırakmayan bir bela gibi(s.100).
  • Ertuğrul: "Ben de seni özledim" diyince, bir hoş hissettim. "Ne çok kendini beğenmiş" dedim ilk olarak, sonra dedim "adam herhalde çok zeki ben anlamıyorum"(s.101).
  • Linda'dan(sanırım Fırat'ın eşi) çok bahsedilmiyor.
  • Kitapta nerede hatırlamıyorum, fakat Arda kırk yaşındayken, Ertuğrul'la Arda arasında bir diyalog geçiyor. Ertuğrul "Nedenlerim vardı." şeklinde bir cümle kuruyor, Arda'da şuna benzer bir tane "Nedenlerin değil, nedenin vardı.". İlk bakışta anlaşılmıyor, ama sanırım bu "neden" sadece, birlikte olduğu kızın güzel olması; şayet kitapta bir iki kere daha geçiyor bu cümle.
  • Arda, Esra'yla karşılaşınca zannettimki gerçekten benziyorlar. Gene sonradan anladım, sanırım sadece Esra'yı kıskandığından, kendini ona benziyormuş gibi kandırıyor. Öyle olmasa, Ertuğrul'a inandırana kadar saçını başını darmadağan etmezdi(Sonuçta bu benzeme çabası ve kıskançlık, yanılmıyorsam, Arda'nın isteyeceği bir şekilde bitiyor. :) ).

13.6.10

Hayatımın Gerçeği, Bölüm: 1

2010 - Tiresias


Evde oturuyorum. Üstünde oturduğum koltuk; yumuşak, pürüzlü, şerit şerit ve rahat.Oturmadan önce "müzik aletini" açtım. Müzik aleti kareydi ve arkaya doğru üçgenleşiyordu. Ortasına vurunca parmaklarım acıyor, "tık tık" sesler çıkıyordu. Ailem onun adının cam olduğunu söyledi, cama vurursam öyle ses çıkarmış. Müzik aletini açınca karanlığım biraz parladı. Elimde kumanda müzik aletinin frekansını değiştiriyorum. Kumanda sert. Üzerinde yuvarlak noktalar var. Hepsinin görevini öğrenmekle uğraşamadım halbuki babam öğretmeye çalışmıştı. O nasıl biliyordu acaba her tuşun ne işe yaradığını? Deneyerek öğrendi herhalde. Ben sadece dört noktanın ne işe yaradığını biliyorum. Yetiyor. Ortadaki nokta kanal ayarlıyor, sağındaki ve solundaki noktalar ses açıp kısıyor, en üstteki nokta ise müzik aletini kapıyor.
 Her değiştirişimde gözlerim karalıp, parlıyor. Zaten müzik aletinde üç frekans vardı. Birinde yabancı müzik, birinde sanat müziği, diğerinde ise daha çok Türkçe müzik çalıyordu. Yabancı müzik frekansında, şarkıların arasında "mtv" diyen bir ses duyuyordum. Bir kadın sesi duyuldu, incecik. Şarkıyı beğenmedim ve müzik aletini kapadım. Müzik aletini her açışımda düşünürdüm. Yaşamak gibi zor bir mücadelede, herkes karanlığı yaşıyorken, bu kadar çok şey nasıl başarılıyor? İnsanlar nasıl yeni şeyler icat ediyor? Mesela üzerinde oturduğum bu koltuk. Marangoz onu nasıl yaptı? Malzemeyi karanlıkta nasıl buldu? Bu şekli nasıl verdi? Ben herhalde çok yeteneksizim.
Sadece yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor ve müzik dinliyorum, ha birde günlük hayattan çok bir farkı varmış gibi uyuyorum. Dünyadaki herkes için hayat bundan ibaret, sıkıcı. Uykumda kimi zaman sesler duyuyorum. Rüya dedikleri buymuş, annem söyledi. Acaba herkes karanlık içindeyken; sürekli hayatımızda olan şeylerde karanlık mıdır? Şu müzik aleti, kumandası, yediğim yemek? Yoksa karanlıktan farklı bir şey miydiler? Ailemden öğrendiğim kadarıyla gördüğümüz şeyin adı siyahmış. Acaba hayatımızdakiler siyahtan başka olabilir mi? Sormak daha önce aklıma gelmemişti. Anneme gidip sormaya karar verdim. İki yanımda bulunan, camdan daha sert olan, yüzeylere dayanarak, annemin yanına gittim.

1996 - Yorgo


Doktor doğumhaneden çıktı. Çocuğun sağlıklı bir şekilde doğduğunu ancak kuvöze götürülmesi gerektiğini söyledi. Kuvöz ne bilmiyordum açıkladı: "Prematüre bebeklerin, gelişimini sürdürmesini ve bulaşıcı hastalıklardan korunmasını sağlayan özel araç". Çok da umursamadım, ne yapılması gerekiliyorsa yapılacaktı. Teşekkür ettim ve karımı görmeye odasına gittim. 7 aylık doğumun şokunu hala atlatmış değildik ikimiz de. Ona içten sarıldım, gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Bir oğlumuz olduğunu ondan duydum. Bu hüzün ve şok içerisinde bir de mutluluğu hissettim. Kafam allak bullak olmuştu. Gözlerindeki yaşları sildim, alnına dudaklarımı koydum, bütün evreni içimde hissedene kadar koklayarak öptüm. Dinlenmesi gerektiğini söyleyip,  ışığı kapadım ve odadan çıktım.

Kahve almaya gittim. Ne yaptığımı bilmiyorum, görevlinin "sütlü mü, sade mi" diye sormasına rağmen, "sade" diye karşılık verdim. Sade kahve içtiğimi ise ancak oturup yudumladığımda anladım. Nefret ederim sade kahveden. Umrumda değildi, sadece uyanmak ve kendime gelmek istiyordum. İlginç, bugün tadı pek de acı gelmemişti. Düşünüyordum. Ne olacak, risk var mı, adı ne olacak, kuvöz de neymiş, çok para tutacak mı... Para bugünlerde dertti benim için. İşler pek yolunda gitmiyordu. Fazladan mesaiye kalmam gerekecekti. Biliyorum, bu sıkıntılar da geçecekti. Kendimi hep, kendi işimin sahibiyken imgelerdim. Yaklaşıyor o günler, eminim.

2010 - Bilge

Oğlum aslında yıllardır beklediğim soruyu sormuştu: "Anne, şimdi etrafımızda bulunan her şey, sen ben dahil, aynı, görüntümüz gibi siyah mı?" Çocuk artık büyüyordu. Onu masallarla kandıramayacağımı biliyordum. Daha geçen gün uyumazsa öcülerin geleceğini söylediğimde, gayet olgun bir tavırla "Öcü diye bir şey yok anne, o yaşı geçtim artık" demişti. Artık ben de onun büyümekte olduğunu anlamak zorundaydım. Bu yaşa kadar nasıl yaptıysam bundan sonra da dengeyi korumalıydım, zeki oğluma mantıklı cevaplar vermeliydim. "Elbette Tiresias. Her şey, herkes siyah. Sen, ben dahil. En azından buna, nasıl Yaradan'a inanıyoruz, öyle inanıyoruz." Her şeyin aynı olduğu fikri, belki onun merakını yatıştıracaktır diye tahmin ediyordum. Kıvırcık kahverengi saçlarını kaşıdı, gözlerini kıstı, dudağını yanağının sağ tarafına yerleştirdi. Daha yorucu sorular gelecek demekti bu. "Ya Yaradan diye bir şey yoksa?" Hayır, bu çocuk doğuştan bir merak deryasıydı, her şeyi sorguluyordu, hiç bir sınırı yoktu, düşünmesini sınırlayacak ve kesin tabularla onu kısıtlayacak kimi insanlarla tanıştırmadık onu. Aslında bizden başka kimseyi tanımıyordu. Dünyayla tek bağlantısı üç müzik kanalından oluşan televizyonuydu. Onda da sadece müzik dinlemesine izin veriyorduk. Araya haber girerse, bir yerden yakalar gerçeği diye, bir bahane uydurup kapatıyorduk televizyonu. "Odana git, hikaye saati". Merakı yatışmadı fakat azaldı. Hikaye saati olduğunu duyunca içinde mutlulukla, itiraz etmeden odasına yöneldi. İyi ki duvarlar dar. Odayı kolayca buldu.
Kitabın ne olduğunu bilmiyor, ne yazık. Onu böyle bir zevkten mahrum bırakıyoruz. Bir çok zevkten mahrum, gerçi. Her şeyi akıldan okuduğumu sanıyor, sayfaları bu yüzden yavaş yavaş, duymasını engelleyerek çeviriyorum. Nasıl bu kadar zeki olduğumu, bunların hepsini nasıl ezberlediğimi sorup duruyor. Her soruşunda içim parçalanıyor. Ona gerçeği söyleyemem, kitap diye bir şey olduğunu öğrenirse, okumak diye bir şeyin varlığını keşfedecek ve yıllar süren emeğimiz boşa gidecek.
Hayat bana zor. Her an gözümün çocuğumda olması gerekiyor. Yeni bir şey keşfetmesini önlemeli, sanki normal bir yaşam  yaşıyormuş, sanki her şeye sahipmiş gibi hissettirmeliydim. Dünyada yapılacak tek şey, karanlık içinde; hikaye dinlemek, yemek yemek, içmek, müzik dinlemek ve uyumak olmalı onun için.

1996 - Yorgo

Doğumdan sonra, belli bir süre geçti. Bebek iyileşiyordu, normale dönüyordu. Biz bu telaş içinde ona hala bir isim veremedik. Artık hastaneden çıkacak ve evimize gidecektik. Doktorlar son kontrolleri yapıyordu. Görmesi, duyması ve diğer her şey yerinde mi diye. Bebeğe ismini vermeyi, doktorlardan hayatımızı tam anlamıyla değiştirecek haberi alınca karar verdik.

Doktorumuz odadan içeri sıkıntısını belli etmemeye çalışan bir ifadeyle girdi. Gözlerini kaçırıyor, göz göze geldiğimizde ise düz dudaklarını hafifçe kaldırmaya çalışıyor. Anladım, ters bir şeyler vardı, gene de sakinliğimi korudum. Doktor sonunda cümlesine başladı: "Duyması, dokunması, tatması, koklaması; bunların hepsi yerinde." Sanki bir şey saklar gibi cümleleri hızlı hızlı sıraladı: "Kalp atışları normal, ayrıca çocuğunuz gayet sağ-" Eşim sözünü kesti: "Çocuğum" dedi, "kör mü oldu?". Doktorun laflarına dikkat etmemiştim. Gerçekten, görmesi, kelimesi geçmemişti arada. Doktora şiddetle bağırarak ben de sordum: "Çocuğumun nesi var, kahretsin!". Doktoru sarstım. Derin nefes aldı ve cevap verdi. "Çocuğunuz kuvözdeyken, yaşaması için fazlaca oksijen veriyoruz. Erken doğumda gözler henüz gelişmesini tamamlamaz. Fazla oksijen, bebeğinizin göz damarlarının aşırı gelişmesine sebep olmuş. Erken teşhis edemedik, çocuğunuzun iki gözü de görmüyor." Doktor sırtımı sıvazlayarak odadan çıktı, sandalyeye kendimi adeta bir  yerden atlar gibi bıraktım. Yaklaşık on dakika sustuk. Artık duvar saatinin sesi, yaşamımın bir parçası olmuş gibiydi. "Tiresias" dedim, karım sanki uykudan uyanmış gibi "Efendim, ne?" dedi, sesi kısılmış ve derindendi. Tekrarladım. "Tiresias. Zeus ve Hera arasındaki kavgada Zeus'u desteklediği için, Hera tarafından kör edildi fakat ona durugörü yeteneği verildi. Oğlumuzun ismi de Tiresias olacak". İkimizin de ne düşünecek, ne de tartışacak hali vardı. Eşim o yorgunlukta "Peki" demekle yetindi. Bu haldeyken, ben de eşimin bir Yunan ismini itirazsız kabul edişi üzerine düşünme gereği duymadım. Güneş ağırana kadar ikimiz de hiçbir şey konuşmadık. Sanki uyuyormuş da, güneş ağırınca birden uyanmış gibi gerindi, başını salladı eşim. Derin nefes alıp "uzun ve zor bir hayat bizi bekliyor sevgilim" dedi. Yüzü asık değildi, şaşılacak bir şekilde gülümsüyordu. Bana da cesaret veriyordu. Bu bakış, sen varken her şeyi yaparız, diyordu. Güvenine karşılık olarak ben de içten bir şekilde gülümsedim, kısa bir an öpüştük fakat bana saatler gibi geldi.
(...)

8.6.10

Anlamsızlık



Böyle bir an bir belirsizliğe kapılıyorsun. Düşünceler kafanda dönüp dönüp dolaşıyor. Kafandaki her düşünceyi bir sonuca bağlamak istiyorsun, çünkü sonuca bağlarsan bu garip histen kurtulursun diye düşünüyorsun, olmuyor; çünkü her düşünce başka bir soruyu getiriyor. Sorular başka düşüncelere yönlendiriyor. Karmakarışıklık içinde senin hissettiğin tek duygu ise anlamsızlık. Düşünceler kafandan geçerken oluyor bu anlamsızlık hissi. Yoksa, düşünceler bitiyor sonra anlamsızlık geliyor, gibi bir durum yok. Bütün düşünceler arasında allta bir yerde süreklilik içinde gidiyor anlamsızlık. O açıdan aslında şanslı hissediyorum kendimi.

Düşünsenize, düşüncelerle boğuşuyorsunuz, cevaplandıramıyorsunuz ve pes ediyorsunuz( bu sırada diyelimki hiç anlamsızlık hissetmediniz), sonra bir anda bütün düşünceler anlamsızlık üzerine oluyor. Anlamsızlık üzerine sorular, fikirler, kurulamayan bağlantılar... Anlamsızlık üzerine kurulan düşünceler içinde, daha bir anlamsız oluyorsun(İyi ki böyle olmuyor).

Anlamsızlık hissi benim için böyle bir şey işte, yani kısaca "bir yere varamamanın getirdiği durum" denilebilir (Hani bir durum; fakat iyi hissettirmez, anlamsızlıkla bütünleşemezsin. Bütünleşemeyince de mutsuzluk getirir). Bir yere varamayınca ne yapar insan? Çaresini bilmediği bir şey karşısında nasıl ayakta durur? Ne yapacağını bilmeyen bir zihin, kendince rasgele çözümler üretir. Kimi zaman dışarı çıkmak istersin, kimi zaman arkadaşlarının iyi geleceğini düşünürsün, bazense bir bardak su içmek bastırır zihnine göre. Belki de bu çözümler sadece kendimizi kandırmak ve anlamsızlığı içinden çıktığı sandığa kilidini kapamadan geri koymak. Suçlusu biz değiliz ama. Değiliz, çünkü sandığın anahtarı nerede bilmiyoruz, ya da bilmemiz istenmiyor.

Bu anlamsızlık hissinden sürekli olarak kurtulmanın yolu nedir? Ben bulamadım henüz. Düşüncelerimi kontrol etmemin zor olduğunu düşünüyorum. Savunmasız bir kaleye yapılan akını tek başına durdurmaya çalışmak gibi bir şey bu. Bu anlamsızlık hissinin kaynağını bulmalı o zaman. Ne oluyor, ne yapıyorum da düşünceler akın ediyor. Bilemiyorsun; günün mutlu geçmiş olabilir, hüzünlü de. Belki de gözünden kaçan bir ayrıntı beynini kemiriyordur senin haberin yoktur(Kale örneğine göre düşünürsek, belki sessiz bir ninja uygun gidebilir, ya da işini bilen bir Alamut fedaisi). Bilmem, anlamsızlık hissini yenince ne olacak onu da bilmiyorum. Belki geriye düşünecek bir şey de kalmayacak. O zaman da "eee?" gibi bir düşünce geçer kafamdan, hani "niye düşünce geçmiyor kafamdan" anlamında, ve yine anlamsızlığa dönerim sanırım.

Anlamsızlığın çözümünü aramak bu yüzden gereksizdir bence. Varoluşumuzun temelinde var. Bize sadık bir duygu bu, bırakmak isteriz, uzaklaştırırız kendimizden, geri döner. Belki de istemediğimiz bir şeyle savaşmak yerine uzlaşmaya gitmeyi denersek daha mutlu oluruz. Bırak anlamsızlık senin bir parçan olsun. Samimiyeti arttırdığında uzaklaştır, geri gelsin gene uzaklaştır. En sonunda anlayacaktırki, mesafeyi korumak gerek ve seni daha az rahatsız edecektir.

İlgimi çekti bu konu, anlamsızlığın hissettirdikleriyle ilgili bir yazı daha yazacağım sanırım sonra. Sevgiler.

7.6.10

Anladım: Düpedüz Saygısızlıkmış

İlk kayıtlarımdan birinde, bir Kolombiya deyişinden bahsetmiştim. Kahveyi koyu, tatlı ve sıcak içmekle ilgili. Böylece kahve mükemmel oluyordu.
Hadi canım! İnsan deneyerek öğreniyor, çok doğru. Deneyerek öğrendiğim ve ders çıkardığım son şey işe şudur: Sadece çok uykulu olduğun süreler dışında(yani uyanmaya gerçekten ihtiyacın varsa), kahveyi çok sert ve sıcak yapmanın bir anlamı yok. Anlamı olmamasını geçtim, bir çeşit saygısızlık olarak düşünmeye başladım bunu. Sanki bir şeyi, bir kimseyi, hedeflerimize ve arzularımıza ulaşmak için, gerçek amacının dışında kullanmak gibi. Zil zurna sarhoş olmak için, özenle, aylarca, alınteriyle  hazırlanan içkileri görgüzüz bir şekilde içmek; kastettiğim bunun gibi bir şey sanırım.  Sırf istediğini elde etmek için, kalp kırmak gibi. Emeğe saygısızlık. Bunların hiçbiri güzel şeyler değil. Güzel olduğunu düşünen varsa, kalbi olduğundan şüphe ederim.
Aslolan aşktır, mutluluktur. Bu yüzden kahveye iyi davranmalı, eğer iyi bir karşılık istiyorsak. Üstte bahsettiğim şekilde amacınıza ulaşmak için, kalbini kırarsanız kahvenin; sert, tatsız, çirkin bir şey olur; kendince tepkisini gösterir. Nazik davranacaksın. Kalbini yumuşatacaksın süt tozundan hafifçe serperek. Karıştırarak masaj yapacaksın aromasına. Klişedir, "iyilik yap, iyilik bul". Sen ona iyi davranırsan; o da seni leziz tadıyla mutlu edecektir. Somurtan, kızan bir surat görmeyi mi tercih edersiniz, yoksa gülümseyen, şen şakrak bir kimseyi mi? Kahvede de öyle. Hafif kremalı bir kahve açık kahverengidir, sert kahve ise aksine düz bir şekilde siyahtır. Tercih meselesi tabi...

5.6.10

Dost'a

Arkadaşlıklar eskidi,
Dinlediğim müzikler geçmişte kaldı,
Ben eskidim,
Sohbetler bile ölümsüz değil.
Fikirlerim değişip yaşlanırken,
Hepsinin arasında sen,
Yaşlanmadan, dipdiri içimde nasıl kalıyorsun?

4.6.10

Ben de mi Bağımlı Olacaktım?

Kahretsin! Sonunda bunun başıma geleceğini, en başından biliyordum, buna rağmen çok tepki veriyorum. Evet, eskiden sadece zevk için günlük içtiğim Nescafé, benim için artık bir bağımlılık haline geldi. Okulda bir an kahve çekti canım bugün. Bir anda geldi ve gitmedi. Bir ders boyunca kafamda içeceğim kahve vardı.Buharına kadar kafamda betimledim. Artık buharının yarattığı ıslaklıkla uğraşıyordum. Aynaya baktım tenefüste, yüzüm kızarmış ve gözlerim kanlanmıştı. Bir süre kahveden uzak yaşasam, daha mı iyi olur? Aslında bağımlılığı abartmadan devam edebilirim. Ne de olsa günde bir iki kupa kahve, antioksidan yönünden zenginmiş, mesele yok o halde.

2.6.10

Paylaşamam Onu

Bende bir fotoğraf var, paylaşmıyorum. Esirgiyorum, kimseye vermiyorum onu. Esirgediğim fotoğrafın kendisinden çok fotoğrafın yarattığı hisler. Birine versem; onu paylaşarak, ona hakaret ettim diye etkisini yitirecek olmasından korkuyorum. Gözleri, ışığın etkisiyle alttan parlamış, bu gözler fazlasını gördü diyen bir bakış var. Dikkat diyor. Masum bir gülümsemede kayboluyorsun. O gülüşün içinden geçen düşünceleri son anda farkediyorsun. Aslında acı dolu, hareketsiz dudakları; yanaklarının yardımıyla şahlanmış yanlardan. Yanaklar, gözdeki masum ifadeyi de, dudağın burukluğunu da yokediyor. Saçlar dökülmüş omuzdan, küçük bir dalgayla düzleşmiş onlar. Yer yer nurun yansımasıyla parlamış. Işığın yansımasıyla beyaz ve tonlarında renklenmiş planla, uzaktan yürüyerek gelen bir meleği andırıyor, kanatsız olanlardan. Her gün, dipe battığım anlarda beni alıp yukarı çeken, dünyaya geri döndüren bir melek o. Uzattığım eli tutanın her ne kadar İhanet Meleği olduğunu bilsem de...

31.5.10

Yalnızlaşıyoruz!

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre 18-34 yaş arası insanların %60'ı yalnız olduklarını hissediyorlar. Bu sonucun en önemli etkeni ise, internet ve dolayısıyla sosyal paylaşım siteleri.

Bağlantı içinde olduğumuz tek şeyin bilgisayar olacağı dönemler yaklaşıyor. Evde geçirdiğiniz zamanın ne kadarı Facebook'ta geçiyor?  Hayır, düzeltiyorum. Bütün gününüzü kastediyorum; şayet Facebook, cep telefonundan da erişilebilinen bir internet sitesi. Facebook'u kullananların bir kısmı açıkça gününün çoğunu Facebook'ta geçirdiğini ifade ediyor, onlar dürüst olanlar. Bir bölüm, zaten Facebook kullanmıyor(en iyisi). Bazıları gerçekten arada sırada kullanıyor. Kendini zeki sanan başka bir kısım ise "arada sırada" veya "günde en fazla 15 dk." diyip, yalan söylüyor. Nasıl mı yapıyorlar? 10 dk. çevrimiçi görünüp, geri kalan zamanda çevrimdışı görünüyorlar(Aynı şeyi Messenger'da yapanlar da var). Profillerinde, gerçekleştirdikleri eylemlerle ilgili geçmişi ise silip duruyorlar. Hayır uydurmuyorum, ben de yaptım.



Kimse saf değil. İnsanların çoğu bir şekilde Facebook'u kullanıyor. Facebook'u az kullanan veya hiç kullanmayan kesim azınlıkta. Hele Türkiye'de, Facebook kullanmayanlar gerçekten çok az(Türkiye'nin Facebook'u en çok kullanan üçüncü ülke olduğunu duymuşsunuzdur). Facebook'a üye olurken kendine kısıtlama getirenler oluyor. "Bu tuzağa düşmeyeceğim", "Bağımlı olmayacağım" diyorlar. İstikrarlı olanlar yok. Bu insanlar bir süre sonra Facebook'tan çıkmaz oluyorlar. Sürekli kapatıp açanlar, keza. Onlar da istikrarsız bir şekilde tekrar Facebook'a üye oluyorlar.

Facebook sosyal ağını eleştirmek değil amacım, şayet; eski arkadaşları bulmada(otuzunu geçmişler için), ya da hakkınızdaki vidyoları, fotoğrafları, yazıları bulmak konusunda. İnsanımız/dünya insanı bunlarla yetinemiyor ve konseptin amacını saptırıyorlar. Her türlü saçmalığa grup açanlar olsun, Facebook'u  sadece dovarlara mesaj atmak için kullananlar olsun(ki Messenger bu işimizi görüyor), binlerce zırva. Dediğim gibi, yararlı bir konsept, kişilerce bozuluyor. Facebook sadece bir örnek, internetteki tek sosyal ağ sitesi Facebook değil. Konu; "Facebook'un Zararları/Yararları" değil, asıl konu gittikçe SANILANIN AKSİNE sosyal çevremizin daralması, günden güne yalnızlaşmamız.

Yalnızlaşıyoruz, evet. İnkar edemezsiniz. Teknoloji ilerledikçe; tembelleşiyor ve yalnızlaşıyoruz. Ha görüntülü konuşma ve telefonu buna dahil etmek istemiyorum; çünkü görme ve duyma hislerine hitap ediyorlar. Biz belki o dönemi yaşamadık fakat Messenger'ın olmadığı fakat telefonun yeni yeni kullanılmaya başlandığı dönemi düşünün. İnsanlar, çevrelerindekinin sesini istedikleri zaman duymanın tadını çıkarmakta. Her an herkesle, sesini duyarak, iletişime geçebiliyorlar. Bu gerçekten insanlar arasındaki bağı güçlendirmiş olmalı.

Sonra Messenger geldi(ya da diğer sohbet programları). İnsanlar kolaylığı ve erişilebilirliği; en doğal hislere tercih ettiler, görme-duyma, gibi. İnsanlar yavaş yavaş sanal alemde bir sosyal kimlik edindiler. Günlük hayatta sahip olmadıkları bir kimlik! Zamanla sosyal bir uçurum oluştu. İnternette gerçekten şahane gözüken bir insan, günlük hayatta gördüğünüzde sandığınız biri çıkmayabiliyor. Sosyal kimliğe bürünmeyenler veya çok az bürünenler var, onlar tebriği hakedenlerdir.


3G'nin veya Messenger'ın getirdiği görüntülü konuşma diyeceksiniz. Evet bir nebze haklısınız, uzaktaki bir akrabamız, bir yakınımızı görmek istesek fakat o an o çok uzaklarda olsa; mesela yurtdışında, mesela başka bir şehirde. Bizim ona uzun süre ulaşma şansımız olmasa. Bu durumlarda; görüntülü konuşma var diye çok seviniyorum.

Bir de şöyle bir durum var fakat. İnsanlar, her an, istese görebileceği, ulaşmasının zor olmadığı kişilerle bile görüntülü konuşma yapıyor. Çünkü kolay. Fakat bu insanlarda bir süre sonra sosyal kimliğe bürünüyorlar ve günlük hayatta, internette görüntülü konuştuğu kişiye bakamaz oluyorlar, göz kaçırıyorlar. Sesini duyuyoruz sanal alemde, günlük hayatta sesini duyunca kalbimiz uçuşuyor; çünkü o duyuyu artık "günlük hayatta sahip olmadığımız sahte kimlik" hakediyor ve bu bize göre değil.

Söylediklerim aşırı gelmiş olabilir, belki size öyle geliyor. İnsanların bir kısmı böyle, evet. Şuna dikkat edin: Teknoloji geliştikçe, insanlar çok doğal olan duyularını, sanal alemde kazanıyorlar ve günlük hayatta yitiriyorlar. Belki de sezgisel veya refleksen oluyor.



Telefon artık NORMAL karşılanan bir durum haline gelmişken, artık bütün iletişimimiz telefonla gerçekleştirirken, yolda bir arkadaşımızı görünce selam veremiyor oluyoruz. Nasıl olsa telefonda görüşüyoruz. O bizim değil, sahte kimliğimizin arkadaşı. Seviye düşüyor, artık Messenger normal karşılanan durum. Şimdi de yazmayı, duymaya(telefona) tercih ediyoruz. İnternetten konuştuğumuz bir kimse, telefonla arayınca açmıyoruz. Biz artık o yetiyi kaybettik, o güç sahte kimliğimize ait. Sahte kimliğimiz ise artık sanal alemde. Seviyesizlik diz boyu oluyor artık. Bir sonraki seviye sosyal ağlar, Facebook gibi. Artık sosyal ağları, Messenger'a tercih ediyoruz. Duvarına yazdığımız bir kimseyle, günlük hayatta, telefonda konuşmak bir yana; Messenger'da bile konuşamaz hale geliyoruz!

Teknoloji gelişiyor, geliştikçe bu hale geliyor. Kimse de inkar etmesin, yalnızlaşıyoruz. Bir kullanan da, bin kullanan da yalnızlaşıyor. Belki de farketmiyoruz. İş sezgisel ilerliyor, siz belki üç yıl önceki halinizle kendinizi kıyaslayamıyorsunuz ya da denemediniz Bir deneyin o halde. Farkı göreceksiniz. Büyük bir fark göremeyeceksiniz belki. O zaman öngörü yeteneğinizi kullanın ve böyle giderse, iş ne boyutlara varacak bir düşünün.

Benim aklıma gelen görüntü, o zamanki teknoloji aracı ne olacaksa onla başbaşa olacağız. Odadan çıkmayacağız, sadece tuvalete gideceğiz ve internetten sipariş ettiğimiz yemeği almak için kapıya gideceğiz; fakat bu bizim için çok yorucu bir iş olacak. Odamız dağınık olacak, fakat temizlikçi çağıramayacağız çünkü utanacağız, göz göze gelmek istemeyeceğiz. Sadece odayı havalandırabileceğiz. Belki işlerimizi bilgisayardan halledeceğiz. Paramız internet hesaplarımıza yüklenecek. Geri kalan her şeyi teknolojik aletlerden halledeceğiz.  Dışarıdan bakıldığında veya bir kameraya çekildiğimizde şöyle bir insan çıkacak: kambur bir insan ağzından sular damlıyor, göbekli,  saç sakal karışık, kokuşmuş(banyoya ayda bir gidileceğini varsayarak). Şimdi, bu kişiye insan denir mi? Karşılıklı iletişim yok, 5 duyunun kullanımı yok. Böyle bir şey mi olmak istiyorsunuz:


Dur diyin, yapmayın. Bu gidişi durdurun. Kaçınılmaz sondan kaçan, sayılı kişiler arasına girin. Sanal aleme ayırdığımız vakiti; günden güne azaltalım. Temel ihtiyaçlar dışında, kurtulalım teknolojinin gereksiz zırvalarından. Yalnızlaşmayalım.