13.6.10

Hayatımın Gerçeği, Bölüm: 1

2010 - Tiresias


Evde oturuyorum. Üstünde oturduğum koltuk; yumuşak, pürüzlü, şerit şerit ve rahat.Oturmadan önce "müzik aletini" açtım. Müzik aleti kareydi ve arkaya doğru üçgenleşiyordu. Ortasına vurunca parmaklarım acıyor, "tık tık" sesler çıkıyordu. Ailem onun adının cam olduğunu söyledi, cama vurursam öyle ses çıkarmış. Müzik aletini açınca karanlığım biraz parladı. Elimde kumanda müzik aletinin frekansını değiştiriyorum. Kumanda sert. Üzerinde yuvarlak noktalar var. Hepsinin görevini öğrenmekle uğraşamadım halbuki babam öğretmeye çalışmıştı. O nasıl biliyordu acaba her tuşun ne işe yaradığını? Deneyerek öğrendi herhalde. Ben sadece dört noktanın ne işe yaradığını biliyorum. Yetiyor. Ortadaki nokta kanal ayarlıyor, sağındaki ve solundaki noktalar ses açıp kısıyor, en üstteki nokta ise müzik aletini kapıyor.
 Her değiştirişimde gözlerim karalıp, parlıyor. Zaten müzik aletinde üç frekans vardı. Birinde yabancı müzik, birinde sanat müziği, diğerinde ise daha çok Türkçe müzik çalıyordu. Yabancı müzik frekansında, şarkıların arasında "mtv" diyen bir ses duyuyordum. Bir kadın sesi duyuldu, incecik. Şarkıyı beğenmedim ve müzik aletini kapadım. Müzik aletini her açışımda düşünürdüm. Yaşamak gibi zor bir mücadelede, herkes karanlığı yaşıyorken, bu kadar çok şey nasıl başarılıyor? İnsanlar nasıl yeni şeyler icat ediyor? Mesela üzerinde oturduğum bu koltuk. Marangoz onu nasıl yaptı? Malzemeyi karanlıkta nasıl buldu? Bu şekli nasıl verdi? Ben herhalde çok yeteneksizim.
Sadece yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor ve müzik dinliyorum, ha birde günlük hayattan çok bir farkı varmış gibi uyuyorum. Dünyadaki herkes için hayat bundan ibaret, sıkıcı. Uykumda kimi zaman sesler duyuyorum. Rüya dedikleri buymuş, annem söyledi. Acaba herkes karanlık içindeyken; sürekli hayatımızda olan şeylerde karanlık mıdır? Şu müzik aleti, kumandası, yediğim yemek? Yoksa karanlıktan farklı bir şey miydiler? Ailemden öğrendiğim kadarıyla gördüğümüz şeyin adı siyahmış. Acaba hayatımızdakiler siyahtan başka olabilir mi? Sormak daha önce aklıma gelmemişti. Anneme gidip sormaya karar verdim. İki yanımda bulunan, camdan daha sert olan, yüzeylere dayanarak, annemin yanına gittim.

1996 - Yorgo


Doktor doğumhaneden çıktı. Çocuğun sağlıklı bir şekilde doğduğunu ancak kuvöze götürülmesi gerektiğini söyledi. Kuvöz ne bilmiyordum açıkladı: "Prematüre bebeklerin, gelişimini sürdürmesini ve bulaşıcı hastalıklardan korunmasını sağlayan özel araç". Çok da umursamadım, ne yapılması gerekiliyorsa yapılacaktı. Teşekkür ettim ve karımı görmeye odasına gittim. 7 aylık doğumun şokunu hala atlatmış değildik ikimiz de. Ona içten sarıldım, gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Bir oğlumuz olduğunu ondan duydum. Bu hüzün ve şok içerisinde bir de mutluluğu hissettim. Kafam allak bullak olmuştu. Gözlerindeki yaşları sildim, alnına dudaklarımı koydum, bütün evreni içimde hissedene kadar koklayarak öptüm. Dinlenmesi gerektiğini söyleyip,  ışığı kapadım ve odadan çıktım.

Kahve almaya gittim. Ne yaptığımı bilmiyorum, görevlinin "sütlü mü, sade mi" diye sormasına rağmen, "sade" diye karşılık verdim. Sade kahve içtiğimi ise ancak oturup yudumladığımda anladım. Nefret ederim sade kahveden. Umrumda değildi, sadece uyanmak ve kendime gelmek istiyordum. İlginç, bugün tadı pek de acı gelmemişti. Düşünüyordum. Ne olacak, risk var mı, adı ne olacak, kuvöz de neymiş, çok para tutacak mı... Para bugünlerde dertti benim için. İşler pek yolunda gitmiyordu. Fazladan mesaiye kalmam gerekecekti. Biliyorum, bu sıkıntılar da geçecekti. Kendimi hep, kendi işimin sahibiyken imgelerdim. Yaklaşıyor o günler, eminim.

2010 - Bilge

Oğlum aslında yıllardır beklediğim soruyu sormuştu: "Anne, şimdi etrafımızda bulunan her şey, sen ben dahil, aynı, görüntümüz gibi siyah mı?" Çocuk artık büyüyordu. Onu masallarla kandıramayacağımı biliyordum. Daha geçen gün uyumazsa öcülerin geleceğini söylediğimde, gayet olgun bir tavırla "Öcü diye bir şey yok anne, o yaşı geçtim artık" demişti. Artık ben de onun büyümekte olduğunu anlamak zorundaydım. Bu yaşa kadar nasıl yaptıysam bundan sonra da dengeyi korumalıydım, zeki oğluma mantıklı cevaplar vermeliydim. "Elbette Tiresias. Her şey, herkes siyah. Sen, ben dahil. En azından buna, nasıl Yaradan'a inanıyoruz, öyle inanıyoruz." Her şeyin aynı olduğu fikri, belki onun merakını yatıştıracaktır diye tahmin ediyordum. Kıvırcık kahverengi saçlarını kaşıdı, gözlerini kıstı, dudağını yanağının sağ tarafına yerleştirdi. Daha yorucu sorular gelecek demekti bu. "Ya Yaradan diye bir şey yoksa?" Hayır, bu çocuk doğuştan bir merak deryasıydı, her şeyi sorguluyordu, hiç bir sınırı yoktu, düşünmesini sınırlayacak ve kesin tabularla onu kısıtlayacak kimi insanlarla tanıştırmadık onu. Aslında bizden başka kimseyi tanımıyordu. Dünyayla tek bağlantısı üç müzik kanalından oluşan televizyonuydu. Onda da sadece müzik dinlemesine izin veriyorduk. Araya haber girerse, bir yerden yakalar gerçeği diye, bir bahane uydurup kapatıyorduk televizyonu. "Odana git, hikaye saati". Merakı yatışmadı fakat azaldı. Hikaye saati olduğunu duyunca içinde mutlulukla, itiraz etmeden odasına yöneldi. İyi ki duvarlar dar. Odayı kolayca buldu.
Kitabın ne olduğunu bilmiyor, ne yazık. Onu böyle bir zevkten mahrum bırakıyoruz. Bir çok zevkten mahrum, gerçi. Her şeyi akıldan okuduğumu sanıyor, sayfaları bu yüzden yavaş yavaş, duymasını engelleyerek çeviriyorum. Nasıl bu kadar zeki olduğumu, bunların hepsini nasıl ezberlediğimi sorup duruyor. Her soruşunda içim parçalanıyor. Ona gerçeği söyleyemem, kitap diye bir şey olduğunu öğrenirse, okumak diye bir şeyin varlığını keşfedecek ve yıllar süren emeğimiz boşa gidecek.
Hayat bana zor. Her an gözümün çocuğumda olması gerekiyor. Yeni bir şey keşfetmesini önlemeli, sanki normal bir yaşam  yaşıyormuş, sanki her şeye sahipmiş gibi hissettirmeliydim. Dünyada yapılacak tek şey, karanlık içinde; hikaye dinlemek, yemek yemek, içmek, müzik dinlemek ve uyumak olmalı onun için.

1996 - Yorgo

Doğumdan sonra, belli bir süre geçti. Bebek iyileşiyordu, normale dönüyordu. Biz bu telaş içinde ona hala bir isim veremedik. Artık hastaneden çıkacak ve evimize gidecektik. Doktorlar son kontrolleri yapıyordu. Görmesi, duyması ve diğer her şey yerinde mi diye. Bebeğe ismini vermeyi, doktorlardan hayatımızı tam anlamıyla değiştirecek haberi alınca karar verdik.

Doktorumuz odadan içeri sıkıntısını belli etmemeye çalışan bir ifadeyle girdi. Gözlerini kaçırıyor, göz göze geldiğimizde ise düz dudaklarını hafifçe kaldırmaya çalışıyor. Anladım, ters bir şeyler vardı, gene de sakinliğimi korudum. Doktor sonunda cümlesine başladı: "Duyması, dokunması, tatması, koklaması; bunların hepsi yerinde." Sanki bir şey saklar gibi cümleleri hızlı hızlı sıraladı: "Kalp atışları normal, ayrıca çocuğunuz gayet sağ-" Eşim sözünü kesti: "Çocuğum" dedi, "kör mü oldu?". Doktorun laflarına dikkat etmemiştim. Gerçekten, görmesi, kelimesi geçmemişti arada. Doktora şiddetle bağırarak ben de sordum: "Çocuğumun nesi var, kahretsin!". Doktoru sarstım. Derin nefes aldı ve cevap verdi. "Çocuğunuz kuvözdeyken, yaşaması için fazlaca oksijen veriyoruz. Erken doğumda gözler henüz gelişmesini tamamlamaz. Fazla oksijen, bebeğinizin göz damarlarının aşırı gelişmesine sebep olmuş. Erken teşhis edemedik, çocuğunuzun iki gözü de görmüyor." Doktor sırtımı sıvazlayarak odadan çıktı, sandalyeye kendimi adeta bir  yerden atlar gibi bıraktım. Yaklaşık on dakika sustuk. Artık duvar saatinin sesi, yaşamımın bir parçası olmuş gibiydi. "Tiresias" dedim, karım sanki uykudan uyanmış gibi "Efendim, ne?" dedi, sesi kısılmış ve derindendi. Tekrarladım. "Tiresias. Zeus ve Hera arasındaki kavgada Zeus'u desteklediği için, Hera tarafından kör edildi fakat ona durugörü yeteneği verildi. Oğlumuzun ismi de Tiresias olacak". İkimizin de ne düşünecek, ne de tartışacak hali vardı. Eşim o yorgunlukta "Peki" demekle yetindi. Bu haldeyken, ben de eşimin bir Yunan ismini itirazsız kabul edişi üzerine düşünme gereği duymadım. Güneş ağırana kadar ikimiz de hiçbir şey konuşmadık. Sanki uyuyormuş da, güneş ağırınca birden uyanmış gibi gerindi, başını salladı eşim. Derin nefes alıp "uzun ve zor bir hayat bizi bekliyor sevgilim" dedi. Yüzü asık değildi, şaşılacak bir şekilde gülümsüyordu. Bana da cesaret veriyordu. Bu bakış, sen varken her şeyi yaparız, diyordu. Güvenine karşılık olarak ben de içten bir şekilde gülümsedim, kısa bir an öpüştük fakat bana saatler gibi geldi.
(...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sen ne düşünüyorsun?