31.5.10

Yalnızlaşıyoruz!

İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre 18-34 yaş arası insanların %60'ı yalnız olduklarını hissediyorlar. Bu sonucun en önemli etkeni ise, internet ve dolayısıyla sosyal paylaşım siteleri.

Bağlantı içinde olduğumuz tek şeyin bilgisayar olacağı dönemler yaklaşıyor. Evde geçirdiğiniz zamanın ne kadarı Facebook'ta geçiyor?  Hayır, düzeltiyorum. Bütün gününüzü kastediyorum; şayet Facebook, cep telefonundan da erişilebilinen bir internet sitesi. Facebook'u kullananların bir kısmı açıkça gününün çoğunu Facebook'ta geçirdiğini ifade ediyor, onlar dürüst olanlar. Bir bölüm, zaten Facebook kullanmıyor(en iyisi). Bazıları gerçekten arada sırada kullanıyor. Kendini zeki sanan başka bir kısım ise "arada sırada" veya "günde en fazla 15 dk." diyip, yalan söylüyor. Nasıl mı yapıyorlar? 10 dk. çevrimiçi görünüp, geri kalan zamanda çevrimdışı görünüyorlar(Aynı şeyi Messenger'da yapanlar da var). Profillerinde, gerçekleştirdikleri eylemlerle ilgili geçmişi ise silip duruyorlar. Hayır uydurmuyorum, ben de yaptım.



Kimse saf değil. İnsanların çoğu bir şekilde Facebook'u kullanıyor. Facebook'u az kullanan veya hiç kullanmayan kesim azınlıkta. Hele Türkiye'de, Facebook kullanmayanlar gerçekten çok az(Türkiye'nin Facebook'u en çok kullanan üçüncü ülke olduğunu duymuşsunuzdur). Facebook'a üye olurken kendine kısıtlama getirenler oluyor. "Bu tuzağa düşmeyeceğim", "Bağımlı olmayacağım" diyorlar. İstikrarlı olanlar yok. Bu insanlar bir süre sonra Facebook'tan çıkmaz oluyorlar. Sürekli kapatıp açanlar, keza. Onlar da istikrarsız bir şekilde tekrar Facebook'a üye oluyorlar.

Facebook sosyal ağını eleştirmek değil amacım, şayet; eski arkadaşları bulmada(otuzunu geçmişler için), ya da hakkınızdaki vidyoları, fotoğrafları, yazıları bulmak konusunda. İnsanımız/dünya insanı bunlarla yetinemiyor ve konseptin amacını saptırıyorlar. Her türlü saçmalığa grup açanlar olsun, Facebook'u  sadece dovarlara mesaj atmak için kullananlar olsun(ki Messenger bu işimizi görüyor), binlerce zırva. Dediğim gibi, yararlı bir konsept, kişilerce bozuluyor. Facebook sadece bir örnek, internetteki tek sosyal ağ sitesi Facebook değil. Konu; "Facebook'un Zararları/Yararları" değil, asıl konu gittikçe SANILANIN AKSİNE sosyal çevremizin daralması, günden güne yalnızlaşmamız.

Yalnızlaşıyoruz, evet. İnkar edemezsiniz. Teknoloji ilerledikçe; tembelleşiyor ve yalnızlaşıyoruz. Ha görüntülü konuşma ve telefonu buna dahil etmek istemiyorum; çünkü görme ve duyma hislerine hitap ediyorlar. Biz belki o dönemi yaşamadık fakat Messenger'ın olmadığı fakat telefonun yeni yeni kullanılmaya başlandığı dönemi düşünün. İnsanlar, çevrelerindekinin sesini istedikleri zaman duymanın tadını çıkarmakta. Her an herkesle, sesini duyarak, iletişime geçebiliyorlar. Bu gerçekten insanlar arasındaki bağı güçlendirmiş olmalı.

Sonra Messenger geldi(ya da diğer sohbet programları). İnsanlar kolaylığı ve erişilebilirliği; en doğal hislere tercih ettiler, görme-duyma, gibi. İnsanlar yavaş yavaş sanal alemde bir sosyal kimlik edindiler. Günlük hayatta sahip olmadıkları bir kimlik! Zamanla sosyal bir uçurum oluştu. İnternette gerçekten şahane gözüken bir insan, günlük hayatta gördüğünüzde sandığınız biri çıkmayabiliyor. Sosyal kimliğe bürünmeyenler veya çok az bürünenler var, onlar tebriği hakedenlerdir.


3G'nin veya Messenger'ın getirdiği görüntülü konuşma diyeceksiniz. Evet bir nebze haklısınız, uzaktaki bir akrabamız, bir yakınımızı görmek istesek fakat o an o çok uzaklarda olsa; mesela yurtdışında, mesela başka bir şehirde. Bizim ona uzun süre ulaşma şansımız olmasa. Bu durumlarda; görüntülü konuşma var diye çok seviniyorum.

Bir de şöyle bir durum var fakat. İnsanlar, her an, istese görebileceği, ulaşmasının zor olmadığı kişilerle bile görüntülü konuşma yapıyor. Çünkü kolay. Fakat bu insanlarda bir süre sonra sosyal kimliğe bürünüyorlar ve günlük hayatta, internette görüntülü konuştuğu kişiye bakamaz oluyorlar, göz kaçırıyorlar. Sesini duyuyoruz sanal alemde, günlük hayatta sesini duyunca kalbimiz uçuşuyor; çünkü o duyuyu artık "günlük hayatta sahip olmadığımız sahte kimlik" hakediyor ve bu bize göre değil.

Söylediklerim aşırı gelmiş olabilir, belki size öyle geliyor. İnsanların bir kısmı böyle, evet. Şuna dikkat edin: Teknoloji geliştikçe, insanlar çok doğal olan duyularını, sanal alemde kazanıyorlar ve günlük hayatta yitiriyorlar. Belki de sezgisel veya refleksen oluyor.



Telefon artık NORMAL karşılanan bir durum haline gelmişken, artık bütün iletişimimiz telefonla gerçekleştirirken, yolda bir arkadaşımızı görünce selam veremiyor oluyoruz. Nasıl olsa telefonda görüşüyoruz. O bizim değil, sahte kimliğimizin arkadaşı. Seviye düşüyor, artık Messenger normal karşılanan durum. Şimdi de yazmayı, duymaya(telefona) tercih ediyoruz. İnternetten konuştuğumuz bir kimse, telefonla arayınca açmıyoruz. Biz artık o yetiyi kaybettik, o güç sahte kimliğimize ait. Sahte kimliğimiz ise artık sanal alemde. Seviyesizlik diz boyu oluyor artık. Bir sonraki seviye sosyal ağlar, Facebook gibi. Artık sosyal ağları, Messenger'a tercih ediyoruz. Duvarına yazdığımız bir kimseyle, günlük hayatta, telefonda konuşmak bir yana; Messenger'da bile konuşamaz hale geliyoruz!

Teknoloji gelişiyor, geliştikçe bu hale geliyor. Kimse de inkar etmesin, yalnızlaşıyoruz. Bir kullanan da, bin kullanan da yalnızlaşıyor. Belki de farketmiyoruz. İş sezgisel ilerliyor, siz belki üç yıl önceki halinizle kendinizi kıyaslayamıyorsunuz ya da denemediniz Bir deneyin o halde. Farkı göreceksiniz. Büyük bir fark göremeyeceksiniz belki. O zaman öngörü yeteneğinizi kullanın ve böyle giderse, iş ne boyutlara varacak bir düşünün.

Benim aklıma gelen görüntü, o zamanki teknoloji aracı ne olacaksa onla başbaşa olacağız. Odadan çıkmayacağız, sadece tuvalete gideceğiz ve internetten sipariş ettiğimiz yemeği almak için kapıya gideceğiz; fakat bu bizim için çok yorucu bir iş olacak. Odamız dağınık olacak, fakat temizlikçi çağıramayacağız çünkü utanacağız, göz göze gelmek istemeyeceğiz. Sadece odayı havalandırabileceğiz. Belki işlerimizi bilgisayardan halledeceğiz. Paramız internet hesaplarımıza yüklenecek. Geri kalan her şeyi teknolojik aletlerden halledeceğiz.  Dışarıdan bakıldığında veya bir kameraya çekildiğimizde şöyle bir insan çıkacak: kambur bir insan ağzından sular damlıyor, göbekli,  saç sakal karışık, kokuşmuş(banyoya ayda bir gidileceğini varsayarak). Şimdi, bu kişiye insan denir mi? Karşılıklı iletişim yok, 5 duyunun kullanımı yok. Böyle bir şey mi olmak istiyorsunuz:


Dur diyin, yapmayın. Bu gidişi durdurun. Kaçınılmaz sondan kaçan, sayılı kişiler arasına girin. Sanal aleme ayırdığımız vakiti; günden güne azaltalım. Temel ihtiyaçlar dışında, kurtulalım teknolojinin gereksiz zırvalarından. Yalnızlaşmayalım.

Ben Bu İnsanlarla Aynı Gezegende Yaşamak İstemiyorum


Haberleri izliyor musunuz? İnsani Yardım Vakfı(İHH) Gazze'ye gidiyordu yardım için, birden çok gemiyle. İsrail, gemiler çıkmadan uyarısını yaptı. Sınıra 40 deniz mili yaklaşılırsa müdahale edecekti. Hatta, ne ilginçki, BİR GÜNDE uluslarası sularda talimat yapma izni aldı(Normalde böyle bir iznin çıkması bir gün sürmez imiş). Gemilerden bir kaçı kaybolmuş. Büyük ve baş gemi olan Mavi Marmara'ya, İsrail donanmasının askerleri müdahalede bulundu sabah vakti. İnsanlar öldü(beyaz bayrak çekilmesine rağmen), sadece Türkler değil. 36 ülkenin vatandaşları bulunuyordu gemide! Normalde İsrail'in donanması  kansız olarak  operasyonlarını tamamlayacak güçteymiş, demekki bir anlam çıkarmalıyız.
İsrail niye saldırdı?  Gerçeği biliyoruz, fakat kendileri sebep olarak; gemilerde, yardımların yanında, silah bulunmasını öne sürdü. Yapılan araştırmalar, gemilerde silah bulunmadığını ortaya çıkardı. İlginç bir çelişki var ayrıca; sebep olarak silah yardımını sunan, başka bir açıklaması olmadığını sunan ordunun aksine İsrail Başkanı yardım gemilerine yapılan saldırıyı desteklediğini söyledi.
Bakanlıktan gelen bir açıklama; yaralı kimselerin Türkiye'ye teslim edilmemesinin, iyi olmayan sonuçlar doğuracağı yönünde.
Gemiye çıkan İsrail'li bir komandonun cebinden düşen kağıtta gemideki önemli şahısların resimleri ve isimleri varmış. Çok ilginç.
 Ölen öldü fakat İsrail şu an bütün dünyayı karşısına almış durumda. Dışişleri bakanımızın çağrısına bağlı olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplanacak. İş artık uluslararası diplomasiye kaldı. 
Var bir şey, ben siyasetten anlamıyorum fakat var bir şey. Bunun sebebi sadece Gazze'ye yardım veya silah dağıtmak değil; İsrail'le Türkiye arasında süregelen bir şey bu. Güç gösterisi bu, "One Minute"den süregelen bir siyasi şov. Ne kadar ileri gidebileceklerini deniyorlar.
Siyasi ya da değil. Sonuçta insanlar ölüyor. İsrail'e lanet ediyor ve içten kınıyoruz.
Durumu güncel olarak takip etmek için tıklayınız.

29.5.10

Cebinizdeki 10'luk Banknotlardan Birini de Türkiye'nin Geleceği İçin Harcayın

En varoş semtin sokaklarında bile huzurla yüremek istemez misiniz? Ülkemizin doğusunun da batısı kadar gelişmiş olmasını istemez misiniz? Askerlerimizin artık ölmemesini? Suç oranının göze çarpar miktarda düşmesini istersiniz sanırım, değil mi? Başımızda bilinçli insanların olmasını ve ülkemizi parlak yarınlara taşımalarını?

Bildiğiniz gibi, eğer bilmiyorsanız öğrenin, her şeyin temeli eğitim. Dünyada korkulması gereken bir kavram varsa cehalettir ya da eğitimsizliktir. Eğitilmemiş insan, sınırlarını bilemez. Toplumda bilgili kişi olarak barınamayacağı için, güç gösterileriyle topluma uyum sağlamaya çalışır. O da insanların huzurunu etkiler. Eğitimsiz insan, fakir kalır. Sokaklarda sürünür, gerekirse "ekmek parası" için zalim bir şekilde saatlerce çalıştırılır(Çünkü eğitimli, eğitimsize baskı kurmuştur çoktan). Eğitimsiz insan, eğitim görmediği sürece, ülkenin gelişmişliğini ve refah düzeyini düşürür, kendisi de kötü bir hayat sürdürür.

Eğitim hakkında kendi küçük fikirlerimi belirttim. Yoksa eğitimin faydaları bundan ibaret değil ama eminim hepiniz az da olsa öneminin farkındasınızdır eğitimin. Bu durumda, eğitimli bir toplum için bir adım da biz atalım. Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. "Ah yazık, ben bunlara çok üzülüyorum" demek yetmiyor. Harekete geçebilir, geçirebiliriz, geçmeliyiz. Durumumuz ne olursa olsun yardımda bulunmalıyız.




TEGV(Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) 1995 yılında kuruldu. O günden bugüne imkanı olmayan 7-16 yaş arası çocuklara eğitim konusunda destek sağlıyor. Bağlışlarından ve desteklerinden güçlenen TEGV; konserler ve bağış kampanyaları düzenlemektedir. Vizyonlarını şöyle açıklıyorlar:
(...)Eğitim Gönüllüleri’nin varoluş nedeni 7-16 yaş grubu çocuklarımıza devlet tarafından verilen temel eğitime katkıda bulunmak ve onlara yaşam becerileri kazandırmaktır.


Gerçekten içinizde biraz sevgi,acıma duygusu varsa, eğitimin önemini kavramışsanız; yardım etmek zor değil. Hem de hiç zor değil. Yapmanız gereken; masanızın üstünde, sağ cebinizde bulunan veya mutfakta unutmuş olabileceğiniz cep telefonunuzu gidip almak. Mesajlara girmek, yeni mesaj yazmaya basmak ve "EGITIM" yazıp 3353'e göndermek. On lira kimisi için çok para, kimisi için bir kağıt, ne olursa olsun bir on lirayı harcamak zorundayız. 6 kişi birer sms attığında, bir çocuğun bir yıllık eğitim ihtiyacı karşılanıyormuş. TEGV'nin internet sitesini de ziyaret etmeyi unutmayın.Yazıyı TEGV'in sloganıyla kapamak istiyorum. "Bir çocuk değişir, Türkiye değişir."

28.5.10

Ütopik Kahveye Giden Yolda En Güzel Kahve

  • Önce kahveyi koyun. 1 tatlı kaşığı olsun fakat tepeleme olmasın(şayet istediğiniz acı bir kahveyse, doldurun).
  • Suyu kettleda ısıttıktan sonra 1 dakika bekleyin. Kaynar su kahvenizin tadını bozar.
  • Kupayı ağzına kadar suyla doldurmayın. Acı ve sıcak su içiyor gibi hissedersiniz.
  • Süt tozunu, kahveden biraz daha fazla, tepeleme koyun. Bu kahvenin kremalı yanının ağır basmasına, yani hoş bir tadla kahve içmenizi sağlar.
  • En son şekeri ekleyin.
  • Eklediğiniz her malzemede, kahvenizi karıştırın. Hepsini bir anda karıştırmak, tadı bozabiliyor kimi zaman.
  • Kahvenizi özenle hazırlayın, ona sevgi katın(dalga geçmiyorum).
Kendinize uygun olan lezzeti zamanla bulacaksanız ancak benim ulaşamadığım mükemmel kahveye en yakın tarifim budur.

27.5.10

Dini Olmayan Ritüel: Şarap ve Kadın


Bu bir ritüel evet, sık sık tekrarlanması gereken bir ritüel. Bu ritüelin yaratıcısı Ömer Hayyam. Ömer Hayyam; astrronom, matematikçi, felsefeci, şair ve insanların söylediklerine zamanının en bilge kişisidir. Yaşadığı dönem 11-12. yy'a denk gelmektedir. Diğer takvimlerden çok daha başarılı olan Celali Takvimi'ni yaratmıştır. Okullarda gördüğümüz binom açılımı, pascal üçgeninin de temelini o atmıştır. O yüzden, hazır Avrupa Hristiyanlık dininin kilise tarafından sömürülmesi sonucu cehalet içinde yaşarken, zamanının en bilge insanı özelliğini hakettiğini söyleyebiliriz.

Ritüel demiştik. Böyle bilgin bir insanın ritüellerle ne işi olur? Olmaz. Bu zaten benim adını koyduğum bir şey. Yoksa, ortada bir transa geçiş veya meditasyon söz konusu değil. Ömer Hayyam'ın şaraba olan, daha doğrusu bütün dünya nimetlerine olan düşkünlüğü bilinmektedir. Sanılanın aksine dinsiz değildir. Bu tamamen dönemin yobazlarının uydurduğu bir şeydir. Tabii yüz tane siyahın içinde bir beyaz olmak kolay değil. Herkes körü körüne "din" derken, o sorguluyordu. Sorguluyordu ve dinini kendince yaşıyordu. O, Yaratıcı'yı gökyüzünde, şarapta ve kadında aradı.

Düşüncelerini kendine saklamadı, açıksözlüydü fakat bahsettiğimiz yobazlar şiddetle engel olmuşlardır. O yüzden, o da düşüncelerini bir kitapta şiirler halinde tutmuştur. Günümüze kadar gelmiştir şiirleri fakat günümüzde onun diye bilinen şiirlerin ne kadarı gerçekten ona aittir, ne kadarı değildir tartışmalı. Kimi kaynaklar bine aşkın şiiri olduğunu söylüyor, başka kaynaklar 100-150 arası şiiri olduğunu söylüyor. Bu tartışmanın sebebi ise, dönemin kimi başka aydınları da bu tarz, dünya nimetleri ve sorgulama üzerine, şiirler yazmışlardır. Başları sıkıştığı anda, hemen şiirin sahibinin Ömer Hayyam olduğunu ifade etmişlerdir. Sonuç olarak şarabı, kadını seven, dinini kendince yaşayan üstün bir varlıktı. Hangi şiirin ona ait olduğu, bu noktada o kadar önemli değil bence.

O rubailer yazdı. Rubailer bir çeşit şiir türüdür. Tek dörtlüklerdir. İlk iki dize genelde, son iki dizede vurgulanacak fikre hazırlık niteliğindedir. Nadir olarak da bu ilk dize, doldurma dizedir; diğer iki dizeyle hiç bağlantısı olmayan, sadece kafiye sağlamak için yazılmış dizeler. İlk iki ve son dize birbiriyle uyaklıdır, üçüncü dize bağımsızdır. Rubailerinin çeviri kitapları genelde "Rubaiyat" diye adlandırılmıştır.

Şiirleri dediğim gibi genellikle; din, şarap ve kadın üzeredir. Kur'an'da yazılanlara körü körüne bağlı olmanın yanlış olduğunu, Kur'an'ın yorumlanarak okunması gerektiğini belirtmek ve insanları buna belki de teşvik etmek için, alaycı bir dille dörtlükler ele almıştır.

Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun.
Cennet-i ala meyhane midir ?
Her mümine iki huri diyorsun.
Cennet-i alâ kerhane midir?

Amacı dinsizlik etmek, ya da dinde belirtilenlerin yalan olduğunu göstermek değildir. Sadece gözlerinizi açın, dikkatli okuyun diyor.Bağnazları ve yobazları da eleştirmemekten çekinmemiştir tabii.

Ey kara cübbeli, senin gündüzün gece;
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar Yaradanın sanatı peşindeler:
Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde.

 Haksız da değildir eleştirirken. Din üzerine yazdığı şiirler uzar, gider. Şaraba ve kadına olan ilgisine gelmek istiyorum. Başlamadan belirtmem gerekir, bahsettiği her zaman kırmızı şaraptır, beyaz şaraba yer yoktur. Artık "ritüel"den bahsetmek istiyorum. Şu dörtlüğü okursanız, ritüelle ne anlatmak istediğimi fark edebilirsiniz.


Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Görüldüğü gibi şarap ve kadın olduğu sürece kendini cennetlik olarak görmektedir. Dünyada yaşamaktadır cenneti. Dini korkuları, karanlıkları; şarapla aydınlattığı bir dörtlüğü vardır.

Varlık yokluk derdini aklından sil;
Bırak öteleri de kendini bil.
Doldur şarabı, geniş bir nefes al:
Kaç nefes alacağın belli değil.

Tanrı'nın, dünyanın içinde bize sunduğu armağanlardan faydalanmamız gerektiğini savunur, elimizden geldiğince; çünkü ölüm bir gün bizim de kapımızı çalacaktır ve süresi bilinmez ömrümüzde olumsuz hiçbir şeye izin vermemeliyiz ona göre.

Madem aman vermiyor ecel, saki,
Kadeh boş kalmasın, aman gel, saki;
Şu üç beş günlük dünyada gam yemek
Bizim gönlümüzce iş değil, saki.
Hayyam'a kendisinin dışında kimi sanat eserlerinde rastlarız. Amin Maalouf'un Semerkant'ı, Wladimir Bartol'un Alamut'u Ömer Hayyam'dan bahseder. Sadece yazıda mı? Hayır. Alan Hovhaness adlı Ermeni bir müzisyen; rubaileri müziğe uyarlamıştır. Demir Demirkan'ın Hayyam adlı bir şarkısı vardır:

"Kafam şimdi bir dünya,
Döner yalpa yalpa,
Akan sular şarap olsa,
Hayyam gelip kral olsa."

Manga'da Ömer Hayyam'ın bir dörtlüğünü içeren Hepsi Bir Nefes adlı bir parça yapmıştır.

Eğer bir arayıştaysanız ve bir yerden başlamanız gerekiyorsa; Hayyam'ı deneyebilirsiniz. Dünya ve içindekilerle ilgili, Yaratıcı ile ilgili yazdıkları sizi keyiflendirecektir ve çoğu dörtlükle "Vallaha doğru diyor." tepkisini vereceksiniz. Sorgulamanın yanlış olmadığını hatta sapkın dini düşüncelerinin kesinlikle sorgulanması gerektiğini anlayacaksınız.

Arayış içinde olmaya gerek yok. Sadece sanatsal zevk için bile okunulabilir Ömer Hayyam, hatta okunmalıdır. Özgürsünüz, tercih sizin.

26.5.10

Duyguların Efendisi: Ahmet Ümit


Daha önce okudunuz mu, Ahmet Ümit? Bir yerden başlamalısınız. Ben kitap eleştirmeni değilim ya da kütüphaneler dolu kitap okumadım fakat birkaç Ahmet Ümit kitabı okudum. Uzun soluklu romanları okumak size zor geliyorsa, "Aşk Köpekliktir" 'i okumanızı önerebilirim.

Kısa öykülerden oluşmuş, her öyküsü  aşkın başka bir yanını anlatan bir kitap. Aşkın yanıltıcı olabileceği bahsediliyor. Köpek gibi koşturabileceği, cinayete teşebbüs ettirebileceği farklı öykülerde ele alınıyor. Gelecekte geçen bir aşkı anlatan bir öykü var. Öykülerin her biri, sonuncusu dışında, 6-12 sayfa kadar. Bu yüzden sıkılmadan, bir solukta okuyorsunuz. Son öykü ise kitaba ismini veren Aşk Köpekliktir adlı öykü. Diğerlerine nazaran daha uzun fakat bu öyküyü de bir kere bile saate bakma ihtiyacı duymadan, başka düşüncelere dalmadan okuyorsunuz.

Ahmet Ümit duyguların efendisidir. Ona bu yakıştırmayı uygun gördüm, evet. Bunu her kitabında hissedebilirsiniz. İlginç benzetmeleriyle, detaylı açıklamalarıyla bu ismi hakediyor. Aşk Köpekliktir kitabında, "Aşk Bir Yanılsamadır" adlı öykünün ilk sayfalarında, öykünün asıl konusu olmasa da, bir çiftin arabada geçirdiği vakit anlatılıyor. Günlük hayatta belki de iki dakikayı geçmeyecek olaylar ve aynı zamanda bir filmde görseniz sizi hiç etkilemeyecek bu süreç, kitapta anlatılınca kalbinizi kıpır kıpır yapıyor. Ne demek istediğimi ben güzel ifade edemedim belki, okursanız beni daha iyi anlayacaksınız.

Ahmet Ümit'in kitaplarının göze çarpan özelliklerinden biri de, araştırmaya ve merak etmeye yönlendirmesi. Mevlana'nın veya Şems'in ismini duymayanlar, Bab-ı Esrar'ı okuyarak geçmişin kapısından içeri adım attılar, kendilerini dini ve felsefi yönden sorguladılar. Kavim adlı kitabı da  bu özellikleri taşıyor.

Ahmet Ümit okurları, müjdemi isterim! Bir ay öncesine kadar bizim okula söyleşiye gelen  Ahmet Ümit, Bab-ı Esrar ve başka iki kitabının sinemaya uyarlanması hakkında çalışmalar olduğunu belirtti. Bab-ı Esrar'ın seneye sinemalara gelebileceğini vurguladı. Televizyon dizisi olan kitabı ve sinemaya uyarlanan diğer kitabından edindiği tecrübeyle; Ahmet Ümit bu projelerin altından da alnının teriyle çıkacaktır. Ahmet Ümit'in aklına, emeğine sağlık diyor; Duyguların Efendisi'ne, haddime düşmeyerek, yazarlık kariyerinde başarılar diliyorum.

Reklam Sektörü ve 80'lerde Kahve

Bilinçaltımız reklamlarla yıkanıyor. Reklamlarda kullanılan cümleler veya kelimeler artık günlük kullanımımıza giriyor, ürünler de öyle. Eğer 80'lerin sonlarında yaşasaydım günde tüketeceğim kahve, o zamanlar yayınlanan reklamlar sayesinde, sanırım artacaktı. Bu reklamlar gerçekten ilginç. Başrollerini Anthony Head ve Sharon Maughan paylaşıyor. İki komşunun başta sadece kahve üzerine kurulmuş ve sonradan gelişmiş ilişkileri anlatılıyor.  Reklamları izlemek için tıklayın.

Ulaşılmaz Olan, Tadı Yerinde Kahvedir.

Bu Nescafé'nin aromasını tutturamıyorum bir türlü. Sıkı bir tüketiciyim fakat her seferinde farklı bir tat alıyorum. Aslında farklı hiçbir şey yapmıyorum. 3 şeker, aynı büyüklükteki tatlı kaşığından kahve ile süt tozu ve kaynadıktan sonra bir dakika bekletilmiş bir kupa kadar su. Anlamıyorum fazla mı süt tozu koyuyorum yoksa suyu mu az kaçıyor?

Kimi zaman su içer gibi oluyorum, kimi zaman acılığından canım yanıyor, kimi kimi şekerli su boğazımdan damlıyor. Boğazı yakan, acısı geçmeyen kahveleri de unutmamalı.

Fazla ütopik düşünüyorum belki. Kafamdaki kahveye hiçbir zaman ulaşamayacağım sanırım. Aşk gibi ulaşılamaz, imkansız olan bir şey bu. Aklında kurarsın, "İşte kahve böyle olmalı!" dersin. Hayır, yakınından geçmez.

İstediğim kahve Kolombiya atasözünde olduğu gibi. Aslında çok basit gözüküyor, fakat ulaşılmaz olan bu atasözünde bahsedilen kahvedir:
"Kahveyi gece kadar siyah, cehennem kadar sıcak ve kadın kadar tatlı içeceksin."

25.5.10

Hani Bir İhtimal

Zaten gittin,
Bir aptallığa kandın.
Bunun için beni kırdın.
Ben sana içimi döktüm,
Sen arkamdan vurdun.
Her seferinde eski evinden geçerken,
Belki güneşi gözünde seçerim diye,
Pencerene dönüyorum.
Heyecanım sönüyor.
Umutsuzca yoluma devam ediyorum.