27.3.11

Sor O Soruyu

Sana yaklaşamıyorum,
Yaklaşamam.
Sana dolu dolu bakamam,
Bakamıyorum.
Sana dokunamam,
Gerçekten, yapamam.
Seni sevemem.

Seni itebilirim,
Benden uzaklaşırsın, nefret edersin.
Beni artık görmezsin.
Bunları yaparım.


İsterdim ki, seni eskisi gibi sevebileyim,
Eski isminle çağırabileyim seni.
Yapamam.


Bu yüzden, ne olur sor o soruyu,
"Sorma" dedim.
Sor o soruyu!
"Konuşmayalım" dedim,
Yalvarırım sor o soruyu.
Evet, özür dilerim; çok sevdim seni.

17.3.11

Hayat, Ölüm ve Aşk, Sevgi

Bugün iki şey kafama çok takıldı. Dalıp dalıp düşündüm. Anladım; uykusuz kalınca daha iyi düşünebiliyorum.
Düşündüm; niye öldürmüyoruz kendimizi veya tüm zorluklara rağmen neden yaşamayı sürdürmek istiyoruz. Aslında bunlar kapsamlı sorular. Benim verdiğim yanıtlar, daha küçük soruların yanıtları. Yani detaylandırırsak, sürekli çalışmamızın, para için koşturmamızın, ilişkiler için tepinmemizin sebebi, amacı ne?

Rahat ölmek. Eğretilemeden söylersek; kıçımız rahat ölmek. Bir öğrenci gözünden bakarsak şöyle: Çalışıyoruz, iyi bir üniversiteye girmek için. İyi bir üniversiteye giriyoruz, iyi bir meslek sahibi olmak için. İyi bir meslek sahibi oluyoruz, hayatımızı olumlu koşullarda sürdürebilmek için. Para kazanıyoruz, çok para kazanıyoruz. Bütün isteklerimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Haz duygumuzu elimizden geldiğince tatmin ediyoruz; manevi ve maddi anlamda. Asıl soru bu değil ama! Hepsinin amacı ne? Bunlar nereye gidiyor? Amacımız dünyadan ayrılırken "istediğim her şeyi yaptım" diyebilmek, "istediğim koşullarda ölüyorum" diyebilmek. Kıçımız rahat ölmek. Arkada "keşke diyecek bir şey" bırakmamak.
Günlük tepinmelerimiz içinde bunu unutuyoruz. Unutalım, daha iyi. Düşünsenize, sürekli yaptığınız şeyleri "nasıl olsa öleceğim" diye yapmamak; herhalde olmazdı... Hayattan bıkardı insan.

Bugün kafamı yoran ikinci şey ise, sevgiydi. Görelilik diyoruz, aşkın tanımını yapamıyoruz. Kimisi aşkını yıldızlara çıkarıyor. Gel gör ki bir başkasının; sevgisi/sevgilisi için yaptığı şeyler göz kamaştırıyor. Kimisi "benimki de aşk mı?" diyor, bakıyorsunuz siz onun ortaya koyduğu fedakarlığın çok az bir kısmını bile ortaya koymuyorsunuz sevginiz için. Nedir aşk? Nedir sevgi? İnsanlar, kendimden biliyorum, "vay be bu aşkmış" diyor. Aradan zaman geçiyor, "o da aşkmıymış? Aşk böyle olamazki!" diyoruz. Nedir?
Hani böyle kimi zaman boğazda, kimi zaman ciğerde düğümlenen. Kimi zaman kalbimizin fazla atışında, kimi zaman ise yüzümüzün kızarmasında hissettiğimiz kıpırtı. İşte bunlar, aşık olduğunu ve sevdiğini söyleyen herkesin hissettiği ortak şeyler. İşte aşk; o içinizdeki çocuksu bir heyecanla oraya buraya koşan, dans eden kıpırtıdır.

12.3.11

Denge

Dengemin bozulmasını, sevmiyorum. Olumlu yönde olanla sıkıntım yok. Normal insanlar gibi, sevmediğim; olumsuz yönde dengemi bozanlar. Mutlu başladığım bir gün mutsuz bitince, günün başında yüzüm şen şakrakken gün sonunda sapsarı ve somurtkan olunca; dengemi kaybediyorum.

Ne kadar sarsıcı anlatamam. Birçoğunuz deneyimlemişsinizdir zaten. Güzel bir gün, kötü bir haberle noktalanınca neler hissediyorsunuz? Ruh haliniz üç saniye içinde sıfırın altına düşmüyor mu? Gülümsemeniz kısa sürede dümdüz bir ifadeye dönüşmüyor mu? Zaman yavaşlıyor, etrafınızı algılayışınız değişmiyor mu? Ne diyeceğinizi bilemiyor, elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı belleyemiyor musunuz? Ne kadar sahte sırıtsanız da, insanlar sizdeki değişikliği ses tonunuzdaki değişiklikten, uzun süre dalmalarınızdan anlamıyor mu? Hepsi oluyor, değil mi?

Sizlere somut bir veri veremedim. Denge bozulmaları belki bir başkasında başka şekillerde ortaya çıkıyor ve etkilerini gösteriyordur. Bildiğim bir şey var; yazdıklarım sıcağı sıcağına, taze veriler. Umutlu, uzun, keyifli ama sonu belli bir süreçten sonra bugün kötü denilebilecek bir haber aldım ve dengem bozuldu. Bu; iyi değil.

19.2.11

Maske Sıkıntısı

Görsel: hafif.org


Maskelerimiz var. Çeşit çeşit maskelerimiz var. Kimimiz bunun farkında ve bunun sıkıntısını çekiyor, kimimiz bunun olması gereken olduğunu düşünüyor ve halinden memnun, kimimiz ise bunları hiç düşünmüyor veya umursamıyor.

Kaç maskemiz var? Belli topluluklara özel maskelerle mi sınırlıyız? Sadece ailemize mi maskemiz var? Yoksa işi abartıp, herkese ayrı bir yüzümüzü mü gösteriyoruz? Soruları sıralamayı sürdürmek gerekirse; maskeler ardından konuşmak, başkasını oynamak ne kadar doğru? Farkında olduğumuz/olmadığımız etkileri bizi ne kadar etkiler? Sosyal rollerden nasıl kurtulacağız?

Evet. Gecenin bir yarısı, geçen aylarda üzerinde çok düşündüğüm, Melis'le yaptığımız sohbetlerden biri geldi aklıma. Kişiliklerden, sosyallikten, "sıkıntı"lardan konuşmuştuk. Sebebi olmayan bir sıkıntımız vardı, çözüm arıyorduk. Ben kafamda bir şeyler kurdum. Sanırım sonuçları bu maskeye bağladım bir şekilde.

Yalnız başınasınız. Kafanızda düşünceler var, tamamen kendinizsiniz. Belki de ailenize de kendinizi gösteriyorsunuz. Tatlı hikayemiz buraya kadar güzel. İnanıyorumki, topluluğa karışınca bir şeyler değişiyor. Okula gidince, dışarı çıkınca, işe gidince. Belki de farkında olmadığımız bilincimiz sürekli şu soruyu soruyor: "Acaba ben olmak, bu ortama uygun mu? Kendim olursam burası beni kabullenir mi? Aynı kafada olmazsam, dışlanır mıyım?" Maskelerimizi çıkartıyoruz bundan sonra. Gülüyoruz, eğleniyoruz. Evet, bunlar güzel şeyler. Olması gereken şeyler. Peki gün bitince, yalnız kalınca; sebepsiz bir sıkıntıya yakalanıyor musunuz? Kimimiz yakalanıyor işte. Bu, "anlamış" kısım diyeyim. Sebepsiz bir sıkılma var bu kesmin içinde. Çözemiyorlar.

Ben bir nebze olsa tercüme etmek istedim bu sıkıntıyı. Maske sıkıntısı olsun adı, olur mu? Bu maskelerden kurtulmanın bir yolu var mı? Evden çıkarken "bugün kendim olacağım" demek fayda eder mi? Sanırsam, topluluğa karışınca, bilinçdışı zorla kontrolü ele alıyor ve bizim, sözümüzü yerine getirmemizi engelliyor. Gene rolümüzü oynuyoruz: "Terbiyeli, nazik, eğlenceli, komik olmasa da gülen, centilmen, dişi, kabadayı, ortamcı, havalı, vs." Söylemeye çalıştığım yanlış anlaşılmasın. Ben kişinin bu davranışlarının hepsinin sahte olduğunu söylemiyorum; ancak bu tavırlar sırf bulunduğu topluma "bir şekilde de olsa" kendini kanıtlama amacı içeriyorsa, uzun vadede sıkıntıya sebep oluyor. Artık sıkılmak istemiyorum.

Felsefeden, psikolojiden anlamayan bu çocuğun düşüncelerini okuma zahmetine giriştiğiniz için teşekkür ederim.

8.1.11

Benim

"Neden  sevgi üzerine yazılanlar hep hüzünlü?"
diye düşünürdüm eskiden.
Şimdi biraz daha anlamlandı şiirler,
Anladım, aşkın hüzünlü yanı gerçek olan.
Mutluluk hepimizin başına gelir, ancak;
Sevginin hüznünü yaşamak, en acı olan.

Gülüşün, artık benim gözlerimde.
Şu içine attıkların var ya, ben artık onları dışa vuruyorum.
Şüphelerin, kıskançlıkların, hayranlıkların, 
Hepsi benim.
En çok da üzüntülerin.
Akıtmamaya zorladığın gözyaşların, artık benim.
İçindeki hüzün, artık benim ruhumun karaltısı.
Sen mutlu musun?
Ben artık rahatça uyuyabilirim.

4.1.11

Şeytan Gülüşü

Uzunca sofranın karşılıklı taraflarında oturuyorlardı yakın aileler. Victor ile eşi Melisa, karşı taraftaki arkadaşlarına gülümsediler. Fatma ve Abdullah ise bu gülümsemeyi başlarıyla kabul ettiler. Sofra dumanaltıydı. Rahatsız olup balkona çıkanlar oldu. Mustafa Kemal, gidenlere bakıp utangaç bir çocuk gibi sırıttı. Utangaç gibiydi evet; çünkü art arda sigaraları içen oydu. Sonra kadeh kaldırdılar. Yeni yönetime, gelecek nesillere, güçlü Türkiye'ye. Sonra sanat, tarih, kültür, siyaset üzerine uzun bir sohbet döndü masada. Kahkahalar, naralar atılıyordu. Bu sofrada ilk kez oturanlar, Atatürk'ün sadece ciddi yanını bildikleri için, bu sırıtan adamı görünce çok şaşırıyorlardı. Uzun bir akşamdan sonra insanlar vedalaşarak, dedikodularla beraber ayrıldılar.

Abdullah masada çok katılımcı değildi; eşini hayretle izlemekle meşguldü. Eşi edebiyata ve resime meraklıydı. Eşinin sağladığı gelir sayesinde, sanat gündemini iyi takip ediyordu. Eşinin mimiklerini, her bir dudak hareketini büyük bir keyifle takip ediyordu. Abdullah'ın işi ise yeni ülkeyi geliştirmekti. Siyasetle uğraşıyordu. Cumhuriyet Halk Fırkası'nda iyi bir konumda çalışıyordu. Lüks hayatı sürüyorlardı. Kitap okumazdı; ancak gazeteleri günü gününe takip ederdi. O bardağın hem dolu hem de boş kısmını temsil ediyordu. Çevresindekiler, gündemi sıkı bir şekilde takip eden bu adamın, neden kültüre düşkün olmadığını merak ediyordu. Halbuki ikisi de 30'larına yaklaşıyordu; ancak birisi ne kadar sanata yaklaşırsa, diğeri o kadar siyasete çekiliyordu.

Melisa'yı o masada ilgi çekici kılan şey konuşmaları değildi; zaten konuşmamıştı. Kıyafetleriydi herkesi büyüleyen. Dönemine göre çok zarif ve çağdaş giyiniyordu. O sadece güzele ve imkansıza tapardı. Bunun sebebi zengin bir aileden gelmesi olabilirdi. Çocukluğu saraylarda geçmiş. Emir vermeyi, itaat ettirmeyi öğrenmiş ve en önemlisi her şeyin güzellik ve para olduğuna inanmış. Ailesi onun imkansıza taptığını biliyordu, bu yüzden Melisa'yı henüz 20'sindeyken, üniversitede öğretmen olan Victor'la evlendirdiler. Artık bir beynin bu kadarını alamayacağına inandığı bilgiye tapacaktı, tapıyordu da. Victor onun için ulaşılması imkansız bir deryaydı. Onun zihnine, düşünürkenki çekiciliğine ve konuşmasına tapıyordu. Victor, böylesine dünya güzeli bir kadınla evli olduğu için çok mutluydu. Aralarındaki yaş farkını önemsemiyorlardı bile, şayet Victor saçları ve sakalları yavaş yavaş beyazlaşan 40'ında bir beyefendiydi. Almanya'daki ekonomik sıkıntılardan dolayı İstanbul'a taşınıp burada zengin olan ailesi, Victor'un evlilik talebine hiç karşı çıkmamışlardı. Ne istediyse, nasıl istediyse öyle yapmaya özen gösterdiler. En güzel kadınla evlenmişti artık. Onu Venüs diye çağırıyordu. Kimi zaman Melisa'yı boydan boya süzüyordu. Eşinin tam bir uyum içinde olduğunu düşünüyordu. İsminden tutun da, saçlarından ayaklarına kadar.

Bir ay önce, Kasım 1923'ün başında, Abdullah Antalya'nın köylerinde yaşayan ailesine bir mektup gönderdi. Mektupta yönetimdeki değişikliklerden, baskının ve savaşın son bulduğundan, ekonominin gelişeceğinden bahsetmişti. Cahil ailesi anlasın diye mektubu olabildiğince sade tutmuştu. Öyle de olmuştu. Babası ve annesi, Mustafa Kemal kelimesini okuyunca zaten heyecanlanmıştı. Onun yönetiminde ülkenin olağanüstü geliştiğini mektuptan anladılar. Öğrendiklerini bütün köye yaydılar ve bir hafta boyunca kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni kutladılar. Kurbanlar kestiler, dualar ettiler, şenlikler yaptılar, coştular, eğlendiler. Babası, Abdullah'la bir kere daha gurur duydu. Mutluluk gözyaşları yüzünden yere aktı. Bu sıcakkanlılık, ailesinden Abdullah'a da geçmişti. Abdullah eşi Fatma'yı çok seviyordu. Fatma'nın da onu sevdiğini biliyordu. Ne yazık, çok yanılıyordu. İlk başta Abdullah'ın konumuna ve yakışıklılığına tutulan Fatma, zamanla Abdullah'dan soğumuştu. Sanat sevgisi eşinde yoktu ve ortak olarak konuşacak bir şey bulamıyorlardı. Günlük şeylerden konuşuyorlardı sadece. Abdullah ilişkiyi kurtarmaya çalışıyordu ama çabaları başarısızlıkla sonuçlanıyordu sürekli. İlişkilerine bir adım yaklaştıkça, bu ilişki ondan iki adım uzaklaşıyordu. Fatma, Abdullah'dan hala çok hoşlanıyordu, onu çok etkileyici buluyordu ama bunların gelecekte ilgisini çekmeyeceğini düşünüp üzülüyordu. Bu da Abdullah'dan soğumasına neden olmuştu. İlişkileri gittikçe kötüleşiyordu. Hiçbir şekilde mutlu olamıyordu Fatma. Kalbi sevgiye, bedeni şehvete ihtiyaç duyuyordu. Her ikisi de yeterli ilgiyi görmüyordu. Olmuyordu. Bunu itiraf edemiyorlardı. Aralarında sahte bir samimiyet vardı, en azından bunu korumak istiyorlardı. Fatma ilk kez Ata'nın sofrasından ayrıldıkları gece, soğuk havanın yüzüne sert bir şekilde çarptığını hissettiğinde, eşini aldatmaya karar vermişti. Ayaz artık onu üşütmüyordu, aksine bu şeytani fikirle, vücudunun yavaşça ısındığını hissetmeye başlamıştı. Yüzüne, karşısındakine "ne kadar aptalsın!" der gibi bir gülümseme yerleşti. Abdullah eşinin mutlu olduğunu sanıp sevindi ve o da gülümsedi.

Victor da neredeyse Fatma'yla aynı şeyleri hissediyordu. Eşi onun aklına tapıyordu; ama sadece aklına tapıyordu. Kendini çoğu zaman Victor'dan esirgiyordu. Victor'un şehvetinin doğurduğu istekleri reddediyordu genelde. Melisa ne zaman isterse, yatağa o zaman giriyorlardı. Melisa bir kedi gibi kuyruğunu sallıyordu. Her şey ona endeksliydi. Kendi isteklerini gerçekleştirmek için eşine zarar verecek kadar medeniyet dilencisi değildi. Böyle bir şeye asla kalkışmazdı; ancak Melisa, mutlu bir köpecik olan Victor'ı, vahşi ve aç bir köpeğe çevirmişti. Bu vahşi köpek, kediyle beraber olunca bütün enerjisini tüketiyor ve gecenin sonunda gene yavru köpeciğe dönüyordu. Victor artık bu, sürekli değişen duygu durumlarından sıkılmıştı. Kontrolü ele geçirmek istiyordu. Onun aklına tapılması artık umrunda değildi. Artık birilerinin bedenine tapmasını istiyordu. İşte o yemekten sonra, aynı şekilde o da Melisa'yı aldatmaya karar vermişti. Görüşü değişmişti. Sank gördüğü şeyler, her zamankinden biraz daha kanlı canlı, daha sıcak geliyordu. Kasıklarından yukarı doğru bir sarsılma hissetti. Eşinin elini daha sıkı sıktı. Eşi ona, o gerçek olmayan öpücüklerinden birini gönderdi. Victor sırıtıyordu ve bu sırıtma eşine değildi. Fatma da Victor da artık şeytana çalışacaklardı.

Abdullah Dede'sinin her şeyi öğrenip, bunu onuruna yediremedikten sonra; önce Victor'ı sonra "eşi olacak o namussuz karı"yı, yani Fatma'yı beylik tabancasıyla gözü öfkeden kör olmuş bir şekilde öldürmüştü. Babası, oğlu Can'a bunları anlatırken, gözleri hırs ve öfkeden kanlanıyor, Can ise 2011'e girecekleri gece, babasının niye mutlu şeylerden değil de, kötü hikayelerden bahsettiğini anlamıyordu. Anlayamazdı da, daha 9 yaşındaydı. "Namus" kelimesinin ne olduğunu bile anlamamıştı. Kafasında canlanan tek şey, küçük bir çocuğun hayalgücünün yarattığı parça parça görüntülerdi. Önce çizgi filmlerden öğrendiği silah görüntüsü geldi aklına, sonra da silah patlama sesini hayal etti: "Bam, Bam!". Dahasını kuramıyordu; şayet çizgi filmlerde henüz kan bulunnmuyordu. Babası, dedesi için üzülüyordu. Abdullah Dede'si hapishanede yaşlılıktan ölmüştü. Bunu da babası söylemişti. "Baba, hapis ne demek? Baba ölümden sonra ne oluyor?" İşte, bu sorular yanıtsız kaldı.

Victor, tüm gece gözünü alamadığı güzelliği düşündü. Fatma diye geçirdi kafasından. Tekrar tekrar geçirdi, Türkiye'de yaşadıkça "bir şeyi kırk kez söylersen olurmuş" geleneğini kapmıştı. Kanlı canlı hayaller kurdu. Toplumun "tövbe estafurullah" diyeceği, hatta belki de bir adım ileri gidip ahlak polisliği yapacağı hayaller geçirdi kafasından. Bir dahaki buluşmayı dört gözle bekliyordu. Ne de olsa Mustafa Kemal yakın arkadaşı sayılırdı.

"Bu adam. Freud'u andırıyor. Biraz da Şair-i Azam'ı. Gerçekten ikisi ne kadar da çok benziyor? Yoksa sırf bu yüzden mi hoşlandım Victor'dan? Hayır, saçmalama. O adam eğitimli, kültürlü ve sohbeti de güzel! Fatma, kendini kandırıyorsun Fatma! 'Bedenim istiyor' desene, niye utanıyorsun? Bir takım bahanelerin arkasına saklanmaya gerek yok. Bu adamı elde etmem lazım!" Hepsini düşündü Fatma. Kafası hızlı ve çok yönlü çalışıyordu. Evet, Fatma hedefini koymuştu. Elde edecekti, elde etmek için her şeyi yapacaktı.

Bir akşam yemeği daha. Kemal Atatürk, Çankaya Köşkü'nün girişinde gelenlerle el sıkışıyor. Ayağına kapananlar oluyor, elini öpmeye çalışanlar oluyor. O kabul etmiyor, içtenlikle reddediyor hepsini, hatta sinirleniyor. Victor, batılıların yaptığı gibi, resmi bir şekilde Mustafa Kemal'in elini sıktı. Abdullah, köy kültürünün ruhunda bıraktığı izlerden kaynaklansa gerek, Ata'nın elini öpmeye kalkıştı. Kemal Paşa, Abdullah'ı çok seviyordu. Elini çekti; ama ona, diğerlerine kızdığı gibi kızmadı. Sadece "Olmaz Abdullah'cım, olmaz!" dedi. Abdullah sıcacık gülümsedi. Sofraya oturmadan önce insanlar aralarında sohbet ediyorlardı. Abdullah partililerle sohbete dalmıştı. Melisa ise aynada kendine bakıyordu. Hayır, bu bir dakika sürmedi; masaya oturana kadar bütün vücudunu baştan aşağı inceledi. Victor bu kadının ,haklı olarak da olsa, kendini bu kadar beğenmesinden rahatsız oluyordu. Fatma insanları süzüyordu çevredeki. Gür bıyıklı olanı, esmer olanı, kara kaşlı Anadolu genci olanı... Bu köşkte yurdun her köşesinden insan vardı. Mustafa Kemal gerçekten insandan anlayan, sosyal bir varlıktı. İnsanları süzerken, aniden içini bir sıcaklık kapladı. Geçen hafta bu köşkten çıkarken hissettiklerine benzer bir şey hissetti. Victor orada yalnız başına şarap içiyordu. Fatma hemen aynanın önüne geçti. Melisa'ya iyi akşamlar diledi. Üstüne çekidüzen verdikten ve eşini son kez kontrol ettikten sonra Victor'ın yanına gitti. Melisa hala aynaya bakıyordu.

-İyi akşamlar Victor Bey. Masaya geçmeden teşekkür etmek istedim. Victor, kafasında bir zebani görüntüsü yarattı. O zebani kalın bir sesle gülüp, sırıtıyordu. Bu şeytanın etkisinde Fatma'yı cevapladı:
-Neden hanımefendi?
-Bizi tekrar o engin bilgilerinizle büyüleyeceğiniz için.
-Olmaz böyle şey, lütfen teşekkürünüzü geri alınız! Fatma böyle bir tepki beklemiyordu açıkçası. Merak etti:
-Neden, anlamadım? Victor, gerçekten flört etmesini iyi biliyordu, onu şöyle yanıtladı:
-Teşekkür etmesi gereken biri varsa, o da benim Fatma Hanım. Bu güzellik, bu gözler, bu alev dolu bakışlar, bu estetik... Dünyanın çeşitli yerlerinde bulundum; hepsini bir arada bulunduran bir kadını ilk kez görüyorum! Tanrı sizi özel olarak yaratmış olmalı. Fatma, Victor'ın yarattığı zebaninin aynısını gördü. İçinde akılalmaz bir kıpırtı ve kendini özgürlüğe bırakma isteği vardı. Çığlık atarcasına kahkaha atmak istiyordu; ancak o an amacı Victor'ı elde etmek olduğu için, erotik bir gülüşü tercih etti ve başarılı oldu. Victor gerçekten etkilenmişti, taktığı papyonu, hissettiği sıcaklıktan dolayı, çıkardı. Fatma anlamıştı. İşi zor olmamıştı. Adam da ondan hoşlanmıştı.

İki aile bu sefer yanyana oturmuşlardı. Tesadüf(!) Victor ile Fatma yanyana denk gelmişlerdi. Yemek yerken Fatma'nın da Victor'ın da eli aynı anda aşağı gidiyordu ancak kimse bir şey anlamıyordu. "Elleri yoruldu sanırım" diye geçiriyordu aklından Gazi Paşa. Elleri birbirine, bacakları birbirine, elleri bacaklarına deyiyordu. Birbirlerinin vücutlarını tanımaya, sadece bir dakikalık bir konuşmadan sonra başlamışlardı. Şehvetin ve yakalanma korkusunun birleşmesi; onları iyice yoldan çıkardı. Etraf gerçekten sıcak olmuştu. Fatma şalını, Victor'da ceketini çıkarmıştı. Kimse hala bir şey anlamamıştı. Herkesin derdi siyasi tartışmalardı. Gözleri de birleşince, yakın zamanda beraber olacaklarını anladılar. Sofradan ayrılırken Victor, nezaket ile Fatma'nın elini öptü. Öpmekle kalmadı, avucuna bir not da bıraktı. Bu notta "Yarın öğlen 2. Büyük Otel. 312" yazıyordu.

Çığlıklar atıyordu Fatma, içi dışına çıkacaktı sanki. Yanıyordu, cayır cayır yanıyordu içi. Gerçek hazzın acılı ve yangın dolu olduğunu anladı. Sonrası zaten özgürlük hissiydi. Bulutların üstünde uçtuğunu gördü bir an. Sonra tekrar yatağa düştü. Derin bir nefes aldı ve verdi. Yanında yatan adama sarıldı. Adam Freud'a benziyordu ve ağzına piposunu almıştı. Hayatında ilk kez pipo içen birini görüyordu. Yeni ve çekici duruyordu. Çok etkilendi, Victor'ın göğsüne başını dayadı ve uyudu. Kalktığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Victor da hatırlamıyordu. Ölülerin düşünememesi ve hatırlayamaması evrenin bir gerçeğiydi.

Abdullah, girişte uyarmasına rağmen dayanamadı ve gece ayrılırken tekrar Atatürk'ün eline atıldı. Atatürk bu sefer ısrar etmedi. Alkolün etkisiyle, elini çekecek gücü kendisinde bulamadı. Nazikçe gülümsedi. Abdullah'a sarıldı. Abdullah sonra eşini görmek için arkasını döndü ve Victor'ı eşinin yanından uzaklaşırken gördü. Eşi Victor'a baktı ve alelacele çantasına bir şeyler sıkıştırdı. Abdullah, eşi görmesin diye önüne döndü ve onu bekliyormuş gibi yaptı. Eşi koluna girdi. İlk kez Abdullah'ın yanında fazla neşeliydi. Yüzü gülüyordu. Abdullah "neler dönüyor?" diye düşündü. Eve gelince erkenden yattılar. Hayır, yattı daha doğru olur. Fatma uyuyakalmıştı. Abdullah düşüncelere dalmıştı ve çocukluğundan beri yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi. Fatma ve Victor'a aldatma günahında gözüken şeytan, Abdullah'a çanta karıştırma günahında gözükmüştü. Gitti ve Fatma'nın çantasını deşti. O notu buldu. İfadesi dondu. Bir robot gibi hareket ederek, notu yerine koydu ve yatağına geri döndü. Robot gibi.

Saat 14.30. Kapı çaldı. Victor üstünde bornozla, beş dakika önce aradığı oda servisine kapıyı açtı. Gelen oda servisi değildi. Elinde tabanca yüzü aşağı bakan bir adam. Victor tam onun yüzünü görmek istediği sırada bir bomba sesi duydu, sonra karnında tarifi olmayan bir acı hissetti. Kafasında bu acıyı açıklamaya çalışıyordu. Bu düşüncelerle uğraşırken, bayıldı. Abdullah içeri girdi. Eşinin gözleri ilk kez bu kadar kocaman açılmıştı. Tam ağzını açacakken, tabancayı ağzına sıktı. Sonra  içerideki koltuğa oturdu. Herkes onun sanata neden düşkün olmadığını merak ediyordu. Robot ifadesiyle Abdullah, bu kanlı resimden çok hoşlanmıştı. Güvenlik gelene kadar, bir dakika bile sürmedi, bu tabloya baktı. Kırmızı renklerin ten rengiyle uyumu baha biçilemezdi. Donuk ifadeye bu bir dakika, saatler gibi gelmişti. Güvenlik eline kelepçeyi geçirirken sesini bile çıkarmadı. Sadece "sanatı seviyorum" dedi.