27.6.10

Deniz ile Gelen Pişmanlık

Gümüş elbisesi üstünde.
Dokunsan kırılacak sesiyle,
Hüzünle tartışıyor.
Dokunsam, kıracağım...

Göz göze geldim,
Dokunmasına gerek kalmadan,
İçten içe kırılan ben oldum.
Kalbim tazı, karnım kuş.

Gece oldu,
Hüzün yerini,
Çalı çırpıya bıraktı.
Alevlenmeyi zevk ile bekleyen.

Kibriti elime alamayan ben,
Yakamadım kahve güzelini.

17.6.10

Yeraltının Karanlık Lordu'nun Şiirlerinin İncelemesi



Deniz Göloğlu, şiire erken yaşlarda Orhan Veli okuyarak başladığını ve o yaşlardan beri yazdığını bildiğim; çoğu zaman karamsar, kimi zaman hüzünlü, birçok vakit ise aşık şair. Şair ama ne şair! Genetik olduğunu düşündüğüm bir yeteneği var; şayet babası da şiir yazıyormuş ve kimi şiirlerin temaları da benzer. Şair kişiliği dışında birebir tanıyorum Deniz'i. Derdim varsa tavsiyede bulunur, kimi zaman buluşarak, kimi zaman birkaç dize şiirle. Ruhen zorlu günlerden çıkmamda payı büyük onun. Boş olmayan, kaliteli fikirlere sahip bir varlıktır. Sanatçı yanıyla beraber, bence çok iyi bir insan Karanlık Lord, yani Deniz Göloğlu.

Deniz, sürekli biriktirdiği şiirleri yayınlamaya karar verirse ne olur? Babası da eşlik eder ve "Baba/Oğul ve Olmayan Kutsal Ruh"u yayınlarlar, elden ele, aile arası. Beğenilme kaygısı henüz yoktur, bir çeşit tanıtım niteliğindedir. Küçümsemek amaçlı değil benzetme yapmak için söylüyorum: ünlü firmaların, yeni ürünlerini, alışveriş merkezlerinde küçük standlarda tanıtması gibi. Büyük projelere ön ayak olacak kitaptır bu.



Deniz kitap bastırma fikrini ele alınca, babasını zorlayarak, onun birkaç şiirini ortaya çıkarmıştır. Benzerlikler, dediğim gibi, kayda değer. Ben çok şiir okumadım; ancak biliyorum, Deniz'in şiirlerinde Orhan Veli'den bir hava var. Belki de bilinçaltına işlediğinden, belki de tarzını samimi bulduğundan. Ben Deniz'in şiirlerini okudukça, Orhan Veli'nin şiirleri gözümde canlanıyor kimi zaman. Kötü bir şey değil, esinlenmek veya etkilenmek, bilinçli/bilinçsiz, olağan bir durum çünkü. Artık sözü uzatmıyorum ve Deniz'in birkaç şiirini sizle paylaşıyorum.

Onlar gibi

Bu dünyaya ait değil güzelliğin,
                                             yıldızlarsan çalınmış.
Onlar gibi parıltılı, onlar gibi erişilmez.
Ve onlar gibi kalıcı değil.    

Bu, kitaptaki sevdiğim şiirlerden. Kısa ve çarpıcı. Fazla söze gerek yok, güzel hisler uyandırıyor, yergi ve övgü bir arada bulunuyor.

Unutun

Unutun o söylediğim güzel sözleri,
                         güzel olduğunuz, çok sevildiğiniz,
                                                                           yalan.

Onlar sizi mutlu etmek için söylendi,
                            dünya düşündüğünüz kadar iyi değil.

Karanlık dünya, öyle ışıl ışıl değil,
                                                           karanlık ve soğuk.

Karamsar havadaki ilk şiirlerden kitaptaki. Belki takındığı maskelerden bir tanesini düşürmeye karar veren bir kimseyi anlatıyor, gerçekleri anlatmaya başlayan bir kimse. Belki de asıl gerçekleri bilen ve bu yüzden yalnız kalan bir kimse, karamsarlığıyla beraber.

Nisan-Bahar

Bahar geldi yine,
                           aylardan Nisan.

İçipi yazmaktan başka, ne yapabilir?
                                                         insan.

Kimi şaire ilham veren içkiden bahseder. Sanıldığının aksine hüzünlenmek dışında, insanlar ilham ve mutluluk için de içer. Bu şiirde baharın gelişinin getirdiği sevinç vardır ya da baharın başlıca bir ilham kaynağı olması.

Saklambaç

Yıllardır anlamsız bir saklambaç oyunu içindeyim aşkla.
Yıllardır da hep ben sobelendim; bu çocukluğumdan kalma oyunda.
Şimdilerdeyse ebe olan benim,
Tek tek saklanıyor her aşk benden.
Bense yalnızlığımla sonu hüsran olan bir arayıştayım.

Aşklar eskidendi, aşk geride kaldı. Geçmişte aşk sürekli şairi istemişti. Roller değişmiştir artık. Ancak bir değişiklik daha olmuştur, aşk artık şairi istememektedir. Aşka dair, hüzünlü bir bakış açısı.

Korkuyorum 

Bazen kendimi tanrı yerine koyup,
Onun gözlerinden baktım insanların gözlerine.

İnsanların gözlerinde her şeyi görmek mümkündür;

                     acıyı,
                          hüznü,  
                                sevinci ve mutluluğu,

Sadece aşkı göremezsiniz, insanın gözlerinde.

İşte o kelimenin kutsallığı korkutuyor beni,
Hatta adını ağzıma almaya bile, çok korkuyorum.
Batan bir güneş kadar yalnız kılıyor o kelime beni.

Hiç bir şeyden korkmadığım kadar o kelimeden,
                                                               korkuyorum...

Deniz'in en sevdiğim şiiri. "Göz kalbin aynasıdır" teması, bu şiirde yok. Aşk o kadar derindirki, kalpte patlar bütün vücuda yayılır, her tarafımızı sarar; ancak gözümüze yansayacak güce sahip değildir. Bu yüzden, gerçek aşklar genelde karşılıksız kalır. Şiirde değinilen bir başka konu ise "aşk" kelimesinin ve anlamının sonsuzluğu ve  kutsallığı. "Aşk" kelimesinin aslında ahkam kesen üç beş ahmağın sözleriyle sınırlı olmadığı(aşk şudur, budur, vs.), eğer onlarla yitinirsek gerçek aşka ulaşamayacağımız fikri yatar bu şiirde. Başka bir varsayımım ise şudur: şair aşk diye adlandırdığı duygudan çok çekmiştir ve geride bıraktığı sadece hüzündür ve bu büyük hüzne yakalanmamak için; aşk kelimesini duymak bile istememektedir. Bu şiir, ilk okuduğumda, tüylerimi diken diken etmişti.

Kitaptan olmayan fakat paylaşmak istediğim son bir şiir var. Belki yeni kitabına koyar, ya da odasında diğer şiirlerle birlikte, tıpkı şarap gibi, yıllanmaya bırakır ve vakti gelince ise keyfine varır. Gerçek dostluğu anlatan şiiri paylaşıp, veda ediyorum. İyi geceler:

Kirletilmemiş Dostluk

Siz mi ? Işıltılı hayatlarınız sürdürürsünüz sokak lambalarının altında,
Biz mi ? Sizinin ışıltılarınızın aydınlatmadı noktada kenetlenmiş gölgeler.

Biz öyle bağlandık ki birbirimize,
                                          
öyle sıkı sarıldık ki,
Ne bir şehir ayırdı bizi,
                               ne de bir kıta...
Bazen bir telefon kadar uzaktı birbirimize sarılmamız,
b
azense  bir fotoğraftır yolladığımız,
                                                        hasretliğimize,

Biz çok gördük kardeşlikleri,
                                          kardeş adı altındaki kalleşleri.
Bir kız oldu ayıran bizi bazen, 
                                          
bazense sebep oldu
                                                                          basit bir yalan.
                                            






15.6.10

Kitap da Bitti Kendini Çok Sevdirmeden




Tuna Kiremitçi'nin "Git Kendini Çok Sevdirmeden" adlı kitabını okuyordum. Biraz bahsetmek isterim. Kitap hakkında iyiymiş-kötüymüş diyemem, haddime düşmez, zaten beğenmediğim kitap olmuyor genelde. Ayıp, diye düşünüyorum hep. Açıkçası; sıkılmadan ve beğenerek okudum.


Kitap boyunca şöyle hissediyorum: Tipik 2000 sonrası Türk filmleri gibi. Daha açık olayım. Bir huzur havası, bir durgunluk, sürekli sessizlik ve kapalı bir hava hissediyorum. İki zaman diliminin bağlanması(kitapta kızın bir on yedi yaşından, bir de kırk yaşından anlatımlar var), sinemada paralel kurgu olarak tanımlanıyormuş.  Şu var, kitap sanki eksik bitmiş gibiydi, bir şeyler daha olabilirmiş gibi. Yarım kalmış gibi belki de. Kitabın içindeki olaylarda tadını çıkaramadan bitme fikri yatıyor. Kitabın uzunluğu da aynen öyle oldu. Kitap kendini çok sevdirmeden bitti, gitti. Bir şeyler daha yazacağım, bunlar kitaptan bilgi içeriyor, o yüzden kitabı daha önce okumadıysanız, aşağıya da okumanızı tavsiye etmiyorum.





  • Kitap boyunca Arda'nın hem on yedinci yaşı, hem de kırkıncı yaşından kesitler veriliyor. Aklımın oyunu; on yedi yaşındaki Arda gözümde esmer, kahküllü bir kız şeklinde canlanırken, kırkına gelince açık tenli, uzun saçlı bir bayan tipinde canlanıyor.
  • Arda'nın annesi ya Türkiye'yi dolaşmış ya da sohbet olsun diye yalan söylüyor. Kırklareli'nden, Diyarbakır'a(s.38,  s.97) her ikisinde de birer yıl olmak üzere eğitim görmüş.
  • Arda'ya göre kur yapmak = Saça, ele iltifat etmek, her sözü dikkatle ve gülümseyerek dinlemek, göze bakmak, öne eğilmek(s.99).
  • Şu cümle çok hoşuma gitti: "Henüz hiçbir şeytan harekete geçmedi"(s. 81). Aramızda henüz bir etkileşim olmadı şeklinde bir anlamı var sanırım.
  • Fırat'ın sürekli gördüğü bir rüya var, öyle bir rüya göreceğime öleyim daha iyi. Peşini bırakmayan bir bela gibi(s.100).
  • Ertuğrul: "Ben de seni özledim" diyince, bir hoş hissettim. "Ne çok kendini beğenmiş" dedim ilk olarak, sonra dedim "adam herhalde çok zeki ben anlamıyorum"(s.101).
  • Linda'dan(sanırım Fırat'ın eşi) çok bahsedilmiyor.
  • Kitapta nerede hatırlamıyorum, fakat Arda kırk yaşındayken, Ertuğrul'la Arda arasında bir diyalog geçiyor. Ertuğrul "Nedenlerim vardı." şeklinde bir cümle kuruyor, Arda'da şuna benzer bir tane "Nedenlerin değil, nedenin vardı.". İlk bakışta anlaşılmıyor, ama sanırım bu "neden" sadece, birlikte olduğu kızın güzel olması; şayet kitapta bir iki kere daha geçiyor bu cümle.
  • Arda, Esra'yla karşılaşınca zannettimki gerçekten benziyorlar. Gene sonradan anladım, sanırım sadece Esra'yı kıskandığından, kendini ona benziyormuş gibi kandırıyor. Öyle olmasa, Ertuğrul'a inandırana kadar saçını başını darmadağan etmezdi(Sonuçta bu benzeme çabası ve kıskançlık, yanılmıyorsam, Arda'nın isteyeceği bir şekilde bitiyor. :) ).

13.6.10

Hayatımın Gerçeği, Bölüm: 1

2010 - Tiresias


Evde oturuyorum. Üstünde oturduğum koltuk; yumuşak, pürüzlü, şerit şerit ve rahat.Oturmadan önce "müzik aletini" açtım. Müzik aleti kareydi ve arkaya doğru üçgenleşiyordu. Ortasına vurunca parmaklarım acıyor, "tık tık" sesler çıkıyordu. Ailem onun adının cam olduğunu söyledi, cama vurursam öyle ses çıkarmış. Müzik aletini açınca karanlığım biraz parladı. Elimde kumanda müzik aletinin frekansını değiştiriyorum. Kumanda sert. Üzerinde yuvarlak noktalar var. Hepsinin görevini öğrenmekle uğraşamadım halbuki babam öğretmeye çalışmıştı. O nasıl biliyordu acaba her tuşun ne işe yaradığını? Deneyerek öğrendi herhalde. Ben sadece dört noktanın ne işe yaradığını biliyorum. Yetiyor. Ortadaki nokta kanal ayarlıyor, sağındaki ve solundaki noktalar ses açıp kısıyor, en üstteki nokta ise müzik aletini kapıyor.
 Her değiştirişimde gözlerim karalıp, parlıyor. Zaten müzik aletinde üç frekans vardı. Birinde yabancı müzik, birinde sanat müziği, diğerinde ise daha çok Türkçe müzik çalıyordu. Yabancı müzik frekansında, şarkıların arasında "mtv" diyen bir ses duyuyordum. Bir kadın sesi duyuldu, incecik. Şarkıyı beğenmedim ve müzik aletini kapadım. Müzik aletini her açışımda düşünürdüm. Yaşamak gibi zor bir mücadelede, herkes karanlığı yaşıyorken, bu kadar çok şey nasıl başarılıyor? İnsanlar nasıl yeni şeyler icat ediyor? Mesela üzerinde oturduğum bu koltuk. Marangoz onu nasıl yaptı? Malzemeyi karanlıkta nasıl buldu? Bu şekli nasıl verdi? Ben herhalde çok yeteneksizim.
Sadece yiyor, içiyor, tuvalete gidiyor ve müzik dinliyorum, ha birde günlük hayattan çok bir farkı varmış gibi uyuyorum. Dünyadaki herkes için hayat bundan ibaret, sıkıcı. Uykumda kimi zaman sesler duyuyorum. Rüya dedikleri buymuş, annem söyledi. Acaba herkes karanlık içindeyken; sürekli hayatımızda olan şeylerde karanlık mıdır? Şu müzik aleti, kumandası, yediğim yemek? Yoksa karanlıktan farklı bir şey miydiler? Ailemden öğrendiğim kadarıyla gördüğümüz şeyin adı siyahmış. Acaba hayatımızdakiler siyahtan başka olabilir mi? Sormak daha önce aklıma gelmemişti. Anneme gidip sormaya karar verdim. İki yanımda bulunan, camdan daha sert olan, yüzeylere dayanarak, annemin yanına gittim.

1996 - Yorgo


Doktor doğumhaneden çıktı. Çocuğun sağlıklı bir şekilde doğduğunu ancak kuvöze götürülmesi gerektiğini söyledi. Kuvöz ne bilmiyordum açıkladı: "Prematüre bebeklerin, gelişimini sürdürmesini ve bulaşıcı hastalıklardan korunmasını sağlayan özel araç". Çok da umursamadım, ne yapılması gerekiliyorsa yapılacaktı. Teşekkür ettim ve karımı görmeye odasına gittim. 7 aylık doğumun şokunu hala atlatmış değildik ikimiz de. Ona içten sarıldım, gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Bir oğlumuz olduğunu ondan duydum. Bu hüzün ve şok içerisinde bir de mutluluğu hissettim. Kafam allak bullak olmuştu. Gözlerindeki yaşları sildim, alnına dudaklarımı koydum, bütün evreni içimde hissedene kadar koklayarak öptüm. Dinlenmesi gerektiğini söyleyip,  ışığı kapadım ve odadan çıktım.

Kahve almaya gittim. Ne yaptığımı bilmiyorum, görevlinin "sütlü mü, sade mi" diye sormasına rağmen, "sade" diye karşılık verdim. Sade kahve içtiğimi ise ancak oturup yudumladığımda anladım. Nefret ederim sade kahveden. Umrumda değildi, sadece uyanmak ve kendime gelmek istiyordum. İlginç, bugün tadı pek de acı gelmemişti. Düşünüyordum. Ne olacak, risk var mı, adı ne olacak, kuvöz de neymiş, çok para tutacak mı... Para bugünlerde dertti benim için. İşler pek yolunda gitmiyordu. Fazladan mesaiye kalmam gerekecekti. Biliyorum, bu sıkıntılar da geçecekti. Kendimi hep, kendi işimin sahibiyken imgelerdim. Yaklaşıyor o günler, eminim.

2010 - Bilge

Oğlum aslında yıllardır beklediğim soruyu sormuştu: "Anne, şimdi etrafımızda bulunan her şey, sen ben dahil, aynı, görüntümüz gibi siyah mı?" Çocuk artık büyüyordu. Onu masallarla kandıramayacağımı biliyordum. Daha geçen gün uyumazsa öcülerin geleceğini söylediğimde, gayet olgun bir tavırla "Öcü diye bir şey yok anne, o yaşı geçtim artık" demişti. Artık ben de onun büyümekte olduğunu anlamak zorundaydım. Bu yaşa kadar nasıl yaptıysam bundan sonra da dengeyi korumalıydım, zeki oğluma mantıklı cevaplar vermeliydim. "Elbette Tiresias. Her şey, herkes siyah. Sen, ben dahil. En azından buna, nasıl Yaradan'a inanıyoruz, öyle inanıyoruz." Her şeyin aynı olduğu fikri, belki onun merakını yatıştıracaktır diye tahmin ediyordum. Kıvırcık kahverengi saçlarını kaşıdı, gözlerini kıstı, dudağını yanağının sağ tarafına yerleştirdi. Daha yorucu sorular gelecek demekti bu. "Ya Yaradan diye bir şey yoksa?" Hayır, bu çocuk doğuştan bir merak deryasıydı, her şeyi sorguluyordu, hiç bir sınırı yoktu, düşünmesini sınırlayacak ve kesin tabularla onu kısıtlayacak kimi insanlarla tanıştırmadık onu. Aslında bizden başka kimseyi tanımıyordu. Dünyayla tek bağlantısı üç müzik kanalından oluşan televizyonuydu. Onda da sadece müzik dinlemesine izin veriyorduk. Araya haber girerse, bir yerden yakalar gerçeği diye, bir bahane uydurup kapatıyorduk televizyonu. "Odana git, hikaye saati". Merakı yatışmadı fakat azaldı. Hikaye saati olduğunu duyunca içinde mutlulukla, itiraz etmeden odasına yöneldi. İyi ki duvarlar dar. Odayı kolayca buldu.
Kitabın ne olduğunu bilmiyor, ne yazık. Onu böyle bir zevkten mahrum bırakıyoruz. Bir çok zevkten mahrum, gerçi. Her şeyi akıldan okuduğumu sanıyor, sayfaları bu yüzden yavaş yavaş, duymasını engelleyerek çeviriyorum. Nasıl bu kadar zeki olduğumu, bunların hepsini nasıl ezberlediğimi sorup duruyor. Her soruşunda içim parçalanıyor. Ona gerçeği söyleyemem, kitap diye bir şey olduğunu öğrenirse, okumak diye bir şeyin varlığını keşfedecek ve yıllar süren emeğimiz boşa gidecek.
Hayat bana zor. Her an gözümün çocuğumda olması gerekiyor. Yeni bir şey keşfetmesini önlemeli, sanki normal bir yaşam  yaşıyormuş, sanki her şeye sahipmiş gibi hissettirmeliydim. Dünyada yapılacak tek şey, karanlık içinde; hikaye dinlemek, yemek yemek, içmek, müzik dinlemek ve uyumak olmalı onun için.

1996 - Yorgo

Doğumdan sonra, belli bir süre geçti. Bebek iyileşiyordu, normale dönüyordu. Biz bu telaş içinde ona hala bir isim veremedik. Artık hastaneden çıkacak ve evimize gidecektik. Doktorlar son kontrolleri yapıyordu. Görmesi, duyması ve diğer her şey yerinde mi diye. Bebeğe ismini vermeyi, doktorlardan hayatımızı tam anlamıyla değiştirecek haberi alınca karar verdik.

Doktorumuz odadan içeri sıkıntısını belli etmemeye çalışan bir ifadeyle girdi. Gözlerini kaçırıyor, göz göze geldiğimizde ise düz dudaklarını hafifçe kaldırmaya çalışıyor. Anladım, ters bir şeyler vardı, gene de sakinliğimi korudum. Doktor sonunda cümlesine başladı: "Duyması, dokunması, tatması, koklaması; bunların hepsi yerinde." Sanki bir şey saklar gibi cümleleri hızlı hızlı sıraladı: "Kalp atışları normal, ayrıca çocuğunuz gayet sağ-" Eşim sözünü kesti: "Çocuğum" dedi, "kör mü oldu?". Doktorun laflarına dikkat etmemiştim. Gerçekten, görmesi, kelimesi geçmemişti arada. Doktora şiddetle bağırarak ben de sordum: "Çocuğumun nesi var, kahretsin!". Doktoru sarstım. Derin nefes aldı ve cevap verdi. "Çocuğunuz kuvözdeyken, yaşaması için fazlaca oksijen veriyoruz. Erken doğumda gözler henüz gelişmesini tamamlamaz. Fazla oksijen, bebeğinizin göz damarlarının aşırı gelişmesine sebep olmuş. Erken teşhis edemedik, çocuğunuzun iki gözü de görmüyor." Doktor sırtımı sıvazlayarak odadan çıktı, sandalyeye kendimi adeta bir  yerden atlar gibi bıraktım. Yaklaşık on dakika sustuk. Artık duvar saatinin sesi, yaşamımın bir parçası olmuş gibiydi. "Tiresias" dedim, karım sanki uykudan uyanmış gibi "Efendim, ne?" dedi, sesi kısılmış ve derindendi. Tekrarladım. "Tiresias. Zeus ve Hera arasındaki kavgada Zeus'u desteklediği için, Hera tarafından kör edildi fakat ona durugörü yeteneği verildi. Oğlumuzun ismi de Tiresias olacak". İkimizin de ne düşünecek, ne de tartışacak hali vardı. Eşim o yorgunlukta "Peki" demekle yetindi. Bu haldeyken, ben de eşimin bir Yunan ismini itirazsız kabul edişi üzerine düşünme gereği duymadım. Güneş ağırana kadar ikimiz de hiçbir şey konuşmadık. Sanki uyuyormuş da, güneş ağırınca birden uyanmış gibi gerindi, başını salladı eşim. Derin nefes alıp "uzun ve zor bir hayat bizi bekliyor sevgilim" dedi. Yüzü asık değildi, şaşılacak bir şekilde gülümsüyordu. Bana da cesaret veriyordu. Bu bakış, sen varken her şeyi yaparız, diyordu. Güvenine karşılık olarak ben de içten bir şekilde gülümsedim, kısa bir an öpüştük fakat bana saatler gibi geldi.
(...)

8.6.10

Anlamsızlık



Böyle bir an bir belirsizliğe kapılıyorsun. Düşünceler kafanda dönüp dönüp dolaşıyor. Kafandaki her düşünceyi bir sonuca bağlamak istiyorsun, çünkü sonuca bağlarsan bu garip histen kurtulursun diye düşünüyorsun, olmuyor; çünkü her düşünce başka bir soruyu getiriyor. Sorular başka düşüncelere yönlendiriyor. Karmakarışıklık içinde senin hissettiğin tek duygu ise anlamsızlık. Düşünceler kafandan geçerken oluyor bu anlamsızlık hissi. Yoksa, düşünceler bitiyor sonra anlamsızlık geliyor, gibi bir durum yok. Bütün düşünceler arasında allta bir yerde süreklilik içinde gidiyor anlamsızlık. O açıdan aslında şanslı hissediyorum kendimi.

Düşünsenize, düşüncelerle boğuşuyorsunuz, cevaplandıramıyorsunuz ve pes ediyorsunuz( bu sırada diyelimki hiç anlamsızlık hissetmediniz), sonra bir anda bütün düşünceler anlamsızlık üzerine oluyor. Anlamsızlık üzerine sorular, fikirler, kurulamayan bağlantılar... Anlamsızlık üzerine kurulan düşünceler içinde, daha bir anlamsız oluyorsun(İyi ki böyle olmuyor).

Anlamsızlık hissi benim için böyle bir şey işte, yani kısaca "bir yere varamamanın getirdiği durum" denilebilir (Hani bir durum; fakat iyi hissettirmez, anlamsızlıkla bütünleşemezsin. Bütünleşemeyince de mutsuzluk getirir). Bir yere varamayınca ne yapar insan? Çaresini bilmediği bir şey karşısında nasıl ayakta durur? Ne yapacağını bilmeyen bir zihin, kendince rasgele çözümler üretir. Kimi zaman dışarı çıkmak istersin, kimi zaman arkadaşlarının iyi geleceğini düşünürsün, bazense bir bardak su içmek bastırır zihnine göre. Belki de bu çözümler sadece kendimizi kandırmak ve anlamsızlığı içinden çıktığı sandığa kilidini kapamadan geri koymak. Suçlusu biz değiliz ama. Değiliz, çünkü sandığın anahtarı nerede bilmiyoruz, ya da bilmemiz istenmiyor.

Bu anlamsızlık hissinden sürekli olarak kurtulmanın yolu nedir? Ben bulamadım henüz. Düşüncelerimi kontrol etmemin zor olduğunu düşünüyorum. Savunmasız bir kaleye yapılan akını tek başına durdurmaya çalışmak gibi bir şey bu. Bu anlamsızlık hissinin kaynağını bulmalı o zaman. Ne oluyor, ne yapıyorum da düşünceler akın ediyor. Bilemiyorsun; günün mutlu geçmiş olabilir, hüzünlü de. Belki de gözünden kaçan bir ayrıntı beynini kemiriyordur senin haberin yoktur(Kale örneğine göre düşünürsek, belki sessiz bir ninja uygun gidebilir, ya da işini bilen bir Alamut fedaisi). Bilmem, anlamsızlık hissini yenince ne olacak onu da bilmiyorum. Belki geriye düşünecek bir şey de kalmayacak. O zaman da "eee?" gibi bir düşünce geçer kafamdan, hani "niye düşünce geçmiyor kafamdan" anlamında, ve yine anlamsızlığa dönerim sanırım.

Anlamsızlığın çözümünü aramak bu yüzden gereksizdir bence. Varoluşumuzun temelinde var. Bize sadık bir duygu bu, bırakmak isteriz, uzaklaştırırız kendimizden, geri döner. Belki de istemediğimiz bir şeyle savaşmak yerine uzlaşmaya gitmeyi denersek daha mutlu oluruz. Bırak anlamsızlık senin bir parçan olsun. Samimiyeti arttırdığında uzaklaştır, geri gelsin gene uzaklaştır. En sonunda anlayacaktırki, mesafeyi korumak gerek ve seni daha az rahatsız edecektir.

İlgimi çekti bu konu, anlamsızlığın hissettirdikleriyle ilgili bir yazı daha yazacağım sanırım sonra. Sevgiler.

7.6.10

Anladım: Düpedüz Saygısızlıkmış

İlk kayıtlarımdan birinde, bir Kolombiya deyişinden bahsetmiştim. Kahveyi koyu, tatlı ve sıcak içmekle ilgili. Böylece kahve mükemmel oluyordu.
Hadi canım! İnsan deneyerek öğreniyor, çok doğru. Deneyerek öğrendiğim ve ders çıkardığım son şey işe şudur: Sadece çok uykulu olduğun süreler dışında(yani uyanmaya gerçekten ihtiyacın varsa), kahveyi çok sert ve sıcak yapmanın bir anlamı yok. Anlamı olmamasını geçtim, bir çeşit saygısızlık olarak düşünmeye başladım bunu. Sanki bir şeyi, bir kimseyi, hedeflerimize ve arzularımıza ulaşmak için, gerçek amacının dışında kullanmak gibi. Zil zurna sarhoş olmak için, özenle, aylarca, alınteriyle  hazırlanan içkileri görgüzüz bir şekilde içmek; kastettiğim bunun gibi bir şey sanırım.  Sırf istediğini elde etmek için, kalp kırmak gibi. Emeğe saygısızlık. Bunların hiçbiri güzel şeyler değil. Güzel olduğunu düşünen varsa, kalbi olduğundan şüphe ederim.
Aslolan aşktır, mutluluktur. Bu yüzden kahveye iyi davranmalı, eğer iyi bir karşılık istiyorsak. Üstte bahsettiğim şekilde amacınıza ulaşmak için, kalbini kırarsanız kahvenin; sert, tatsız, çirkin bir şey olur; kendince tepkisini gösterir. Nazik davranacaksın. Kalbini yumuşatacaksın süt tozundan hafifçe serperek. Karıştırarak masaj yapacaksın aromasına. Klişedir, "iyilik yap, iyilik bul". Sen ona iyi davranırsan; o da seni leziz tadıyla mutlu edecektir. Somurtan, kızan bir surat görmeyi mi tercih edersiniz, yoksa gülümseyen, şen şakrak bir kimseyi mi? Kahvede de öyle. Hafif kremalı bir kahve açık kahverengidir, sert kahve ise aksine düz bir şekilde siyahtır. Tercih meselesi tabi...

5.6.10

Dost'a

Arkadaşlıklar eskidi,
Dinlediğim müzikler geçmişte kaldı,
Ben eskidim,
Sohbetler bile ölümsüz değil.
Fikirlerim değişip yaşlanırken,
Hepsinin arasında sen,
Yaşlanmadan, dipdiri içimde nasıl kalıyorsun?

4.6.10

Ben de mi Bağımlı Olacaktım?

Kahretsin! Sonunda bunun başıma geleceğini, en başından biliyordum, buna rağmen çok tepki veriyorum. Evet, eskiden sadece zevk için günlük içtiğim Nescafé, benim için artık bir bağımlılık haline geldi. Okulda bir an kahve çekti canım bugün. Bir anda geldi ve gitmedi. Bir ders boyunca kafamda içeceğim kahve vardı.Buharına kadar kafamda betimledim. Artık buharının yarattığı ıslaklıkla uğraşıyordum. Aynaya baktım tenefüste, yüzüm kızarmış ve gözlerim kanlanmıştı. Bir süre kahveden uzak yaşasam, daha mı iyi olur? Aslında bağımlılığı abartmadan devam edebilirim. Ne de olsa günde bir iki kupa kahve, antioksidan yönünden zenginmiş, mesele yok o halde.

2.6.10

Paylaşamam Onu

Bende bir fotoğraf var, paylaşmıyorum. Esirgiyorum, kimseye vermiyorum onu. Esirgediğim fotoğrafın kendisinden çok fotoğrafın yarattığı hisler. Birine versem; onu paylaşarak, ona hakaret ettim diye etkisini yitirecek olmasından korkuyorum. Gözleri, ışığın etkisiyle alttan parlamış, bu gözler fazlasını gördü diyen bir bakış var. Dikkat diyor. Masum bir gülümsemede kayboluyorsun. O gülüşün içinden geçen düşünceleri son anda farkediyorsun. Aslında acı dolu, hareketsiz dudakları; yanaklarının yardımıyla şahlanmış yanlardan. Yanaklar, gözdeki masum ifadeyi de, dudağın burukluğunu da yokediyor. Saçlar dökülmüş omuzdan, küçük bir dalgayla düzleşmiş onlar. Yer yer nurun yansımasıyla parlamış. Işığın yansımasıyla beyaz ve tonlarında renklenmiş planla, uzaktan yürüyerek gelen bir meleği andırıyor, kanatsız olanlardan. Her gün, dipe battığım anlarda beni alıp yukarı çeken, dünyaya geri döndüren bir melek o. Uzattığım eli tutanın her ne kadar İhanet Meleği olduğunu bilsem de...